Alkışlamak ve alkışlanmak...

Hz. Mevlânâ, meşhur eseri “Mesnevî” de şöyle der: “Birisinin sözü güzelse dinleyicidendir. Öğretmenin heyecanı ve işe iyi sarılması talebenin ilgisinden kaynaklanır. Yirmi dört şubeden çalgı çalan bir çalgıcıya, dinleyen olmadı mı çalgısı bir yük olur.” 
Gerçekten de öğretmeni şevke getiren, öğrencilerin gözlerindeki parıltılardır. Heyecansız, coşkusuz ve bezgin bir kalabalığa konuşan zatın söyleyebileceği çok fazla bir şey yoktur, nutku tutulur.
Rivayet ederler ki  “Mesnevî” okutmakla şöhret bulan Hoca Hüsam Efendi bir gün “Mesnevî” dersinde, dinleyicilerin ilgisizliklerini görünce hizmetçisi Derviş Mehmet’e şöyle seslenir: Mehmet Efendi, Mehmet Efendi, bilirim anlamazsın, lakin sen bari ara sıra başını sallayı sallayıver, çünkü nutkum tutulacak...
Evet, dinleyicinin ilgisi ve coşkusu elbette konuşmacıyı müspet yönde etkiler. Fakat her söylediği büyük bir alkış tufanı ile karşılanan, hatta Osmanlı sarayında olduğu gibi (bkz. M. Zeki Pakalın: Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, “alkış” , “alkış çavuşları” , “alkışçılar”  maddeleri, c. 1, s. 52-53.) kendisini alkışlamaları için özel topluluklar görevlendirilen bir hatibi kim tutabilir? Alkışın zevkini tatmıştır bir kere... Kalabalıkları gördü mü duramaz. Onlara hitap etmekten, avazı çıktığı kadar bağırmaktan duyduğu zevki başka hiçbir şeyde bulamaz.
Geriden bakıldığında asayiş ber kemâl... Biri avazı çıktığı kadar bağırıyor, kalabalıklar da avuçları çatlarcasına onu alkışlıyor. Alan memnun satan memnun, sana ne oluyor, diyeceksiniz. Ama kazın ayağı öyle değil. 
Öncelikle belirtelim ki alkışlanma zevkinin alkışlama zilletiyle izdivacından dalkavukluk doğar. Dalkavukların çoğunlukta olduğu bir toplumda ise liyakat değil, sadakat esastır. Oysa görevlerin ehline tevdi edilmediği toplumlar yıkılmaya yüz tutmuş demektir. Feryadımız bundan... Osmanlı’nın yıkılış dönemlerini hatırlayalım. İki şey öne çıkmıştı: Alkış ve dalkavukluk...
Anlatıldığına göre bir gün Sultan İbrahim, Sultanzade Mehmet Paşa’ya:  “Mehmet, senden önceki Sadrazamlar, bana bazen itiraz ederler, bu iş nâ-mâkûldür, derlerdi. Senden hiç böyle bir itiraz işitmedim, sebebi nedir”  diye sorar.
Padişahın sorusuna Mehmet Paşa şu cevabı verir: “Siz yeryüzünün halifesisiniz, zıllullâhsınız, kalbinize gelen her şey ilhâm-ı Rabbanîdir. Kavlen ve fiilen sizden hata sâdır olmaz ki itiraz edeyim.” 
Son yıllarda şahit olduğumuz alkışlanma zevki, alkışlama tutkusu, “millet seninle gurur duyuyor”  tezahüratı -tıpkı Osmanlı sultanlarını, alkış çavuşlarının “ya ya yâ, şa şa şâ, padişahım sen çok yaşa” diye alkışlamaları gibi- ve nihayet dalkavukluk pespâyeliği, Osmanlı devletinin son yıllarını akıllara getirmeye başladı. İnşallah yanılıyoruzdur...
Son söz Montesquieu’nun:
Bir memlekette dalkavukluğun sağladığı imkân, dürüstlüğün sağladığı imkândan daha fazla ise o ülke batar. 

 

Yazarın Diğer Yazıları