Dâvâ adamı olmak...

Sözlükler  “dâvâ” yı  “anlaşmazlık, çözülmesi gereken mesele, iddia, doğruluğuna inanılıp gerçekleştirilmesine uğraşılan görüş, ülkü, ideal”  diye tanımlamaktadır. Kelime bu son anlamı (ülkü, ideal) yeni kazanmıştır. Eski metinlerde dâvâ, (şiirde dâvî) sevginin zıddı bir anlam ifade eder. Nitekim Yunus Emre şöyle der: “Ben gelmedim dâvî için benim işim sevi için//Dostun evi gönüllerdir gönüller yapmaya geldim.” Görüldüğü gibi Yunus Emre  “dâvâ” yı “sevi” nin (sevgi) zıddı olarak kullanmaktadır. Batı ile kültürel temasımızın artmasıyla birlikte dilimize yeni kelime ve kavramlar girmeye başlamıştır. Ez-cümle  “dâvâ”  kelimesi de mânâ kaymasına uğrayarak bugün  “ideal” anlamında kullanılmaktadır. 20. yüzyılın ortalarında, Necip Fazıl’ın “Sakarya Türküsü”  şiirinde geçen:  “Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur//Sırtına Sakarya’nın Türk tarihi vurulur//Eyvâh, eyvâhSakaryam sana mı düştü bu yük?// Bu dâvâ hor, bu dâvâ öksüz, bu dâvâ büyük”  mısralarıyla tavan yapan dâvâ edebiyatı, müteakip yıllarda birçok holding, banka veya siyasi partinin altyapısını hazırlamıştır. Dâvâ adına kurulan bütün kuruluşların, sermayelerinin ilk nüvesini cami önünde toplamış oldukları görülür. Allah daha çok versin, damlaya damlaya göl olurmuş, söz konusu kuruluşların zamanla gazeteleri, televizyonları, holdingleri, bankaları ve partileri oldu. Hatta bazıları iktidara bile geldi. Ancak, işlerinin yoğunluğu dolayısıyla olsa gerek, ilk paraları topladıkları camilere pek gelemez oldular. Demem o ki büyük dâvâların sonu maalesef ya  “un” a (para-pul, makam-mevki) ya da  “ün” e (şöhret) çıkıyor. Şehrin en değerli arazilerini kapatıp sonra AVM yapmak, soruları çalıp yandaşlara dağıtmak, rakip görülen masum insanları hapishanelerde çürütmek, doğruları söylemeyerek dilsiz şeytan olmak... Hepsi ama hepsi  “dâvâ”  için yapılmış işler yahut  “dâvâ”  zarar görmesin diye katlanılmış fedakârlıklardır.

Gelinen nokta ortada... Bir tarafta mal-mülk hırsı ve güç zehirlenmesi/şöhret körlüğü öbür tarafta ihlaslı cami cemaatinin hayal kırıklığı... Niye bu hep böyle oluyor? diyeceksiniz. Gazneli Mahmut’un meşhur veziri  “Ayaz” la ilgili şu hikâyeyi nakledeyim, umarım sorunun cevabını orada bulacaksınız. Rivayet ederler ki Gazneli Mahmut’un, köylerde dolaşırken  “Ayaz”  adlı genç bir çocuk dikkatini çeker. Saraya getirip giydirir kuşatır. Bu dürüst ve kabiliyetli genç kısa sürede devlet yönetimine girer. Üçüncü vezir, ikinci vezir derken baş vezir olur. Onu kıskananlar açığını bulabilmek için işe koyulurlar. Bakarlar ki Ayaz her sabah sarayın bir köşesinde bulunan küçük bir kulübeye girip çıkıyor. Padişaha gidip, baş vezir Ayaz’ın hazineyi karınca misali kendi kulübesine taşıdığını söylerler. Gazneli Mahmut yetkililere, kulübeyi açıp içindekileri tespit etmelerini emreder. Kulübeyi açarlar, bir de bakarlar ki içeride sadece eski bir aba ve bir çift çarık var... Meğerse Gazneli Mahmut’un veziri Ayaz aslını, geldiği yeri unutmamak için her sabah, saraya geldiği zaman üzerinde bulunan çarık ve abayı ziyaret ediyormuş... Kıssa bu, hisseyi siz çıkarın... Kanaatimce; büyük dâvâlar adına yola çıkanlar -istisnalar kaideyi bozmaz- para-pul, makam-mevki, şan-şöhretle karşılaşınca asıllarını/geldikleri yeri unutarak amacı araç ve aracı amaç olarak görmeye başlıyorlar. Bunun için ben diyorum ki bize “dâvâ adamı” ndan ziyade adam gibi adam lazım... İlla bir şeyin adamı olmak gerekiyorsa  “hak-hakikat”  adamı olalım... Şair doğru söylüyor: Dâvâdâvâ dedikleri ya  “un”  çıktı ya  “ün” //Bize doğruluk gerek, sizin olsun  “ün”  ve  “un” . (Li-müellifihî)

 

 

Yazarın Diğer Yazıları