"Dil bilgici yahut sözcük yobazları..."

Dün ağzı olan konuşuyordu, bugün kalemi olan yazıyor. Maşallah herkes her alanda uzman... Siyaseti bilmeyenimiz yok. Keza, din konusunda da hepimiz Ebussuûd Efendi'yiz. Siyaset bilimci ve din âlimi olduktan sonra dil bilgini olmak bizim için çerez sayılır. Siyaseten farklı düştüğümüz bir kesim var ve dil konusunda bizimle aynı fikirde değillerse onlar için ağzımıza geleni söyleyebiliriz. Hele bir de hücum ettiğimiz kişiler Allah'ın rahmetine kavuşmuşlarsa bizim için kalem oynatmak çok daha kolay oluyor...

Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar ya, gerçekten öyle. Filmi geriye sarmaya başladık. Siyasî kutuplaşma, anarşi, terör, kardeş kavgası ve sen-ben didişmesi geri dönmüştü. Unuttuğumuz bir şey varmış, eksik olmasınlar büyüklerimiz hatırlattı: Dil kavgası. Bir o eksikti, buyurun dil kavgasına...

Efendim yanıt, karşıt, amaç, yaşam, gereksinim... Bunlar uydurma değilmiş, eski Türkçede varmış. Birisi böyle diyor, bir diğeri de hemen harekete geçerek, dün uydurmacılıkla mücadele eden Faruk Kadri Timurtaş, Necmeddin Hacıeminoğlu, Muharrem Ergin, Nihad Sami Banarlı gibi Türkçenin gazilerine "sözcük yobazları" diyor.

Bugün hepsi aramızdan ayrılmış olan bu hocalarımızın eserleri okunduğu zaman açıkça görüleceği üzere mesele "cevap"a karşılık olarak "yanıt"ı bulmak yahut "hayat"a yaşam, "gaye"ye amaç, "ihtiyaç"a gereksinim deyip dememek değildir. Dil canlı bir varlıktır ve tarihî seyir içerisinde -tıpkı insanlık gibi- birtakım tecrübeler kazanır. Diğer bir ifade ile Türkçe bir deyimler ve mecazlar dilidir. Kelimeler yüzyıllarca kullanıla kullanıla yeni mecazî anlamlar kazanmış, başka kelimelerle birleşerek birçok deyim ve atasözü oluşturmuştur. Dolayısıyla, herkesin bilip kullandığı kelimeleri (cevap, hayat, gaye, ihtiyaç) efendim bunların eski Türkçede karşılığı var (yanıt, yaşam, amaç, gereksinim), "cevap" yerine yanıt, "hayat" yerine yaşam, "gaye" yerine amaç, "ihtiyaç" yerine gereksinim diyelim derseniz o kelimelerle oluşan mecazî mânâ, atasözü ve deyimleri bir çırpıda dilden tasfiye etmiş olursunuz. Türkçenin ruhu atasözü, deyim ve mecâzî mânâ olduğuna göre tasfiyecilik, Türkçenin rûhunu almak yani onu öldürmek demektir. Bunun içindir ki başta Atatürk olmak üzere, aklı başında devlet adamları, dil bilginleri ve aydınlar tasfiyeciliğe karşı çıkmışlardır. Bu konuda Atatürk'ün sadece şu sözünü hatırlatmam sanırım yeterli olacaktır: "Arkadaşlar! Kitap, kâtip, mektup benim; ketebe, yektübü, lem-yektüb Arab'ındır."

Söz gelimi "akıl" kelimesinin eski Türkçede karşılığı (us) var. Akıl yerine "us" diyelim derseniz akılla ilgili aşağıdaki atasözü ve deyimleri bir çırpıda dilimizden tasfiye etmiş olursunuz:

"akıl dışı / akıl erdirememek / akıl hocası / akıl öğretmek / akıl vermek / akılda kalmak/  akıllara durgunluk vermek / aklına gelmek / aklına koymak / aklına yatmak / aklında tutmak / aklından geçirmek / aklını başına toplamak / Akıl için yol birdir. / Akıl para ile satılmaz. / Akıl yaşta değil baştadır. / Akıllı düşman akılsız dosttan yeğdir. / Akılsız köpeği yol kocatır."

Şimdi hep beraber oturup düşünelim, böyle bir davranış dilimizi zenginleştirir mi fakirleştirir mi?

Türkçeyi sevmek veya dilimize hizmet etmek, bin yıldır 7'den 70'e herkesin bilip konuştuğu kelimelerin eski Türkçeden karşılığını bulmakla olmaz. Bu gerçeği söyleyenlere "dil yobazları" diye hakaret etmekle hiç olmaz. Çağdaş "Kutadgu Bilig"ler yazabiliyor muyuz? "Türkçenin çekilmediği yer vatandır" diyebiliyor muyuz? Güzel Türkçe ile kaleme aldığımız şiirlerle Türk insanının gönül tellerini titretebiliyor muyuz? Asıl milliyetçilik ve Türkçecilik budur, gerisi lâfügüzâftır vesselaaam...

Yazarın Diğer Yazıları