Gericiliğin tekrarı

Ulema taifesi, koskoca Osmanlı Devletini, bilimden uzak tutarak tarihin çöplüğüne attı; yetmedi, suçu da Tanzimatçılar ile Batıcılara yükledi. Şimdi sırada Türkiye Cumhuriyeti var. Dersimiz resmen gericileşme. Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır anlayan beri gelsin.

Bu adamların üniversite okuyanı bile bilimden nasipleneceği yerde, hurafeye biat etmeyi seçiyor.

Şu sıralar, Millî Eğitim Bakanlığı, kuruluş ve varoluş amacına inat, medrese bakanlığı olma yoluna doğru hızla ilerliyor. 1857’de kurulan bakanlığın kuruluş amacı, medreselerin dışında, Rüştiye (ortaokul) ve İlkokullara (sıbyan mekteplerine) öğretmen yetiştirmek, Üniversite (Darülfünun) kurmak ve bunları tek çatı altında yönetmekti.

Bu amaçla atanan ilk bakan (nazır) Abdurrahman Sami Paşa bile şimdikilerden daha ileri görüşlüydü.

Eğitim tarihinde, 1869’da hazırlanan Marif-i Umûmiye Nizamnamesi bir dönüm noktasıdır. Eğitim sistemi, salt dini (medrese) eğitim veren kurum olmaktan çıkmış, seküler (dünyevi) eğitim dönemi başladı. Fen derslerinin yanında, Avrupa’daki gelişmelere benzer sınıflar ve derslikler ile ders programları (müfredatlar) oluşturuldu.

Tam bu aşamada, muhteşem ulemamız, sınıflara sıralar, masalar konularak derslikler oluşturulmasına “gâvurlaşıyoruz” diye karşı çıktı. Mektepte (okulda) sıra, masa mı olurmuş. Sıra-masa kiliselerde var. Kilise âdetini Müslüman ülkeye taşıyanlar “gâvurlaş”mıyor da ne yapıyordu?

İşte bu zihniyet, karşı çıktığı evrim teorisine inat, süreç içinde modern eğitimden aldığı bilişsel destekle, kısmen evrimleşerek, içinde bulunduğumuz mevcut aşamaya ulaştı.

Millî Eğitim Bakanlığı’nın kurulmasıyla, sadece öğretim programları ve medreselerdeki gibi rahle düzeni yerine, sıra-masa oturma düzeninin gelmesi şeklinde bir değişim yaşanmadı. En önemli gelişme, mesleki farklılaşmanın ortaya konulmasıydı. Öğretmen ile hoca farkı ortaya konuldu. Öğretmen (muallim), okullarda ders veren, öğretim uzmanlığı edinmiş kişiler iken, hoca, medreselerde ders alıp dini alanda yetişmiş kimseler olarak ayrıldı. O ayrım, bugün, 1739 Sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu’nun 43. Maddesi’nde vücut bulmaktadır. Bu yasaya ve ilgili maddesine göre okullarda ders verecek kişinin alanında uzmanlaşmış, pedagojik formasyon sahibi olması şarttır.

Peki, mevcut bakanlık uleması ne yapıyor?

Yan yollara saparak, ÇEDES adı altında güya “değerler eğitimi” verdiğini sanarak, derslere alan dışı, öğretmenlik meslek uzmanlığı olmayan, cami hocaları ile tarikat ve cemaatlerden rastgele insanları sınıfa sokuyor.

Kısaca, eğitim sistemini, Osmanlı’nın gerisinin de gerisine düşürüyor.

Hâlbuki bakanlığın kadrolu, dini alanda uzman, öğretmenlik formasyonuna sahip binlerce öğretmeni var.

Derdi ne acaba?

Ne yapmak istiyor?

Eğitimin bir bilim olduğunu, üniversitelerde kürsüsü bulunduğunu bilmiyor mu? Onu da bırakın, değerler eğitimi, eğitimcilerin değil de sivil, dış kaynaklı kişilerin işi mi?

Değer, adı üstünde kıymetli olandır. Bir toplumun değerleri/kıymetli olanları sadece dini içerikli olanlar mı?

Vatan, bayrak, ülke değersiz mi?

Dini değerleri anlatmak üzere imam, vaiz, tarikat, cemaat derse girdiğine göre, bu ülke değerlerini anlatmak üzere sınıfa askerleri mi sokacaklar acaba?

Onlar da bir cephe kurup taarruz nasıl yapılır diye mi öğretecek?

Spor değerlerini öğretmek için sporcuları, ahlak değerleri için felsefecileri, kültürel değerler için antropologları mı derse sokacağız?
Eğitimi çorbaya döndürmek isteyenler, Türkiye’yi darmadağın etmeyi düşünenler için bu mümkündür. Aklı başında hiç kimse, “değer öğretiyorum” diyerek, alanında uzman olmayan kimseleri, durduk yerde derse sokmaz. Konuk edebilir, ama süreğen hâle getirmez. Kaldı ki değer eğitimin kendine özgü, öğretmenlerin bildiği, mezun olduğu fakültelerde kendilerine öğretilen öğretim özel yöntemleri vardır.

Değer telkini, değer analizi, değer belirginleştirme, ahlaki ikilem gibi. Bunlar, öğrencinin gelişim seviyesine, öğretilecek konunun niteliğine göre öğretmen tarafından seçilir ve uygulanır.

Ayrıca değer eğitiminin ve bütün öğretim eylemlerinin bir programı olur. Herkes aklına estiği gibi ders veremez ve öğretim yapamaz. Öğretim bilim işidir bilim.

Türkiye’de ilk öğretmen yetiştiren eğitim kurumu (Darülmuallimin) ortaokullar (rüştiyeler) için kurulmuştu. Böylece Öğretmenlik herkesin yapacağı iş olmaktan çıkmış, Avrupa’daki gibi meslekleşmişti. Ancak o günden bugüne, zihni geçmişte çakılı kalmış, kuşaktan kuşağa naslar gibi aktarılan ve tekrarlanan ezber zihniyetler, gelişmeye alternatif olarak varlığını sürdürüyor.

Gericiliğin tekrarı tam da budur.

Türkiye yüzyılına bak.

Yazarın Diğer Yazıları