İlim adamı ve dalkavukluk...

Biz “Prof.”, “Doç.”  unvanlı zevata “ilim adamı” gözüyle bakar ve hürmet ederiz. Bizim kültürümüzde medenilik, ilim-irfan sahiplerine duyulan saygıyla ölçülür. Gel gör ki son yıllarda siyasete soyunan titr sahibi bazı akademisyenler milletvekili olabilmek yahut bir mansıp elde edebilmek için ilim adamlığı haysiyetini zedelediler. Bardağı taşıran da her halde AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Siirt Milletvekili adayı Prof. Dr. Yasin Aktay oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan için yazıp söylediği  “salavat”lı türkü “dalkavukluğun bu kadarına da pes” dedirtti.

Evet, eskiden şairler padişahlara methiyeler yazıp övgüde ifrata varırlardı. Ama işin içine “salavat”ı sokarak kolaycılığa kaçıp “mukaddesler”imizi tabasbusa âlet etmezlerdi. Yaptıkları; İran’ın meşhur savaş kahramanları ile övdükleri padişahları karşılaştırmak ve bizimkilerin onlardan daha güçlü, daha cesur olduğunu mübalağalı bir üslûpla dillendirmekten ibaretti. Şimdilerde “salavat”lı türkü yazılıyor. Türkü de bir türkü olsa...

Bütün bu maskaralıkları  “dalkavukluğun da bir şerefi var” dedirten şaklabanlıkları gördükçe Ömer Seyfeddin’in “Pembe İncili Kaftan” hikâyesi gelir aklıma. Mahut ilim adamları adı geçen hikâyeyi okusalar bilmem yüzleri kızarır mı?

Parça bütünün habercisidir, derler. O hesap,  “Pembe İncili Kaftan” hikâyesinin başkahramanı Muhsin Çelebi’nin dalkavuklukla ilgili tavrını yansıtan bir pasajı -Ömer Seyfeddin’in ifadeleriyle- buraya alıyorum. Belki ibret alan olur:

(Muhsin Çelebi) önünde açılan ikbâl yollarından daha hiç birine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nûrânî yolların nihayetinde daima “kirli bir etek mihrabı” bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun nazarında çok yüksek, çok büyüktü. İnsan arzın (yeryüzü) üzerinde Allah’ın halefiydi. Allah, insana kendi ahlâkını vermek istemişti. İnsan her mevcûdun fevkinde idi.                         

Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe tabasbus (dalkavukluk) pek yakışırdı; ama insana?.. Muhsin Çelebi, her türlü zilleti hazmederek ikbâl tepelerine iki büklüm tırmanan maskara harislerden, izzet-i nefissiz kölelerden, zâhifeler (sürüngenler) gibi yerlerde sürünen mülevves esirlerden nefret ederdi. Hatta bunları görmemek için merdümgiriz (insandan kaçan) olmuştu.

Aslında yüzyıllar önce Keçecizade İzzet Molla, ilim adamlarının dalkavukluğu konusunda söylenmesi gerekeni en güzel şekilde nazma dökmüştü:

 “Meşhûrdur ki fısk ile olmaz cihânharâb//Eyler anı müdâhane-i âlimânharâb”

(Cihan fitne-fesatla harap olmaz. Onu asıl harap eden âlimlerin dalkavukluğudur.)

Yazımı dalkavuklukla ilgili Atatürk’e isnat edilen bir anekdotla noktalıyorum:                                                                                                                                                                               

Rivayete göre bir gün Atatürk, etrafındakilere: “Söyleyin bakalım der, bu millet ben öldükten sonra hakkımda ne diyecek?” Orada bulunanların: Paşam, halk sizi “dâhî, kurtarıcı, büyük kahraman”  gibi sıfatlarla yâd edecektir, demeleri üzerine Atatürk:  “Hayır, bilemediniz. Halk beni, etrafını dalkavuklar sarmasaydı bu memleket için çok şey yapacaktı, diye anacak”  der.

Okuyan, yazandan ârif gerek vessselaaam...

Yazarın Diğer Yazıları