İttihad-ı İslâm mı, milliyetçilik mi?

II. Abdülhamit döneminde, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı sırasında milliyet hissi kabarmıştı. Abdülhamit'in hesabı "ittihad-ı İslâm" (İslâm birliği) üzerineydi. Üstelik, Müslüman halkların el üstünde tuttuğu Şeyh Cemaleddin-i Afganî'yi "İttihad-ı İslâmcı" diye İstanbul'a davet etmişti. Afganî ne yaptı? Muteberânı etrafına topladı, "Türk'sünüz, Türk kalacaksınız!" demeye getirdi. İki gündür yazıyorum.

Bizim III. Abdülhamit de "ittihad-ı İslâm" peşinde ama, millet "Tanrı Türk'ü korusun!", "Ne mutlu Türk'üm diyene!", "Kızılelmaya gidiyoruz!" diye haykırıyor. Her cephede elini kaldıran Bozkurt işareti yapıyor.

Bunun anlamı nedir? Herkesin düşünmesi gerekir

Afganî'ye gönülden bağlı bir şairimiz var: Mehmet Emin Yurdakul. Yunan Savaşı sırasında, askerlerimiz Dömeke'de zafere koşarken büyük bir heyecanla, "Ben bir Türk'üm dinim, cinsim uludur. / Sinem, özüm ateş ile doludur. / İnsan olan vatanının kuludur. / Türk evlâdı evde durmaz, giderim." mısraları kâğıda dökmüştür.

Şiirin başlığı "Cenge Giderken"dir. Mehmet Emin Bey, Afganî'ye bu şiirini okuyunca, Şeyh müridine: "İşte asıl sizin edebiyatınız budur!" demiş.

Millî şair, Afganî'yi yere göğe koyamaz, övgüde sınır tanımaz:

"Beni o yoğurmuştur. Eğer ruhların ebediyyet ve lâyemutiyeti [ölmezliği] varsa derim ki o, etlerini, kemiklerini Maçka Mezarlığı'nın topraklarına bırakmış ise, ruhunu da bana yâdigâr etmiştir: Cemâleddin'in ruhu bende yaşıyor."

Mehmet Emin Bey'in, "Kur'ân-ı Kerîm" başlıklı şiirini, şeyhinden aldığı ilhamlarla yazmıştır. İşte o şiiri:

"Bu kitaptır; her insana, için, dışın öğreten, / Gökte, yerde, tende, canda bir Yaradan sezdiren. / Bu çobandır: Kavalını koyunlara dinleten; / Sürüleri akarsular kıyısında gezdiren!.. // Bu kitaptır; her kişiye benlik veren, yol açan; / İnsanların sergisine armağanlar astıran. / Bu çırağdır obalara, saraylara nur saçan; / Bir köylünün işlerini tarihlere bastıran!.. // Bu kitaptır; yürekleri iyilikle besleyen; / 'El bağına girme!' diyen, dost yarasın bağlatan. / Bu anadır her öksüze 'yavrum!' diye sesleyen; / Nice canlar kardeş eden, birbirüyçün ağlatan!.. // Bu kitaptır; akıllara her bir şeyi sordurtan; / 'Düşün, sonra inan!' diyen, doğru yollar gösteren, / Bu bilgidir; ululuğun yapıların kurdurtan, / Çıplak dağlar yeşilleten, viran köyler şenleten!.. // Ey kardaşlar; şu küçücük armağanım atmayın; / Bir goncadır; Muhammed'in gül bağından derildi. / Sakın, bunu yapma çiçek demetine katmayın; / Bu şey size özünüzü açmak için verildi!.."

Yusuf Akçura, Afganî'nin görüşlerini "Türk Yılı 1928"de "Türkçülük" başlığı altında vermişti. Dün yazdım. Akçura, onun "Vahdet-i Cinsiye Felsefesi" risalesinden bahseder. Bu risaleyi, Azerbaycan Cumhuriyeti'nin kurucu Cumhurbaşkanı Mehmed Emin Resulzâde (1884-1955) Türkçeye çevirmiş ve Türk Yurdu'nda yayınlamıştır. Akçura, Afganî'nin tezini bir cümleyle anlatır: "Cinsiyet (yani milliyet) hâricinde saadet yoktur."

(Cemâleddin-i Afganî'nin "Vahdet-i Cinsiye" risalesine İnternet sayfamızda, bu yazının altında yer veriyoruz.)

***

Cemâleddin-i Afganî

VAHDET-I CİNSİYE (IRKİYE) FELSEFESİ ve İTTİHAD-I LİSANIN MAHİYET-İ HAKİKİYESİ

Merhum Şeyh Cemaleddin Afganî, Şarkın pek ileri düşünen mütefekkir dahîler indendir. İslâmi­yet âleminde milliyetin ifâ edeceği vazifeyi daha çok zaman evvel anlamış ve anlatmaya çalışmış­tır. Türk Yurdu merhum-ı müşarünileyhten birkaç kere bahsetmiş ve Türk mütefekkirlerinden oldu­ğunu göstermiştir. Makalât-ı Cemaliye unvanıyla Farisî olarak Hindistan'da neşrolunan mecmua-i makalâtından lisan ve milliyete dair olan âtideki makaleyi ehemmiyet-i fevkalâdesine binaen tercü­me ediyoruz. Diğer makalât-ı mühimmesini de sı­rası geldikçe tercüme ve muhterem karie ve karile­rimize arzedeceğiz.

***

Lâ saadetün illâ bi'l-cinsiyye ve lâ cinsiyyetün illâ bi'l-lügâti ve lâ lügatun mâ-lem yekûn haviyyetün li-külli mâ-tehtâcü üeyhi tabakâtün erbabü's-sınâ'âtî ve'l-hıtati fi'i-ifâde ve'l-istifâde.

Nazar-ı tetkikle bakılırsa, insanın tesirâtı mütezad birtakım unsurlardan ve şekil ve mahiyetçe yekdiğerine miitebâyin olan unsurlardan mürekkep olduğu görülür. Halbuki o muhtelif, mütezad ve mütebâyin olan uzuvla­rı ruh-ı hayat birleştirmiş, kendilerine bir şekl-i vâhid ver­miş, muhtelif tesirlerini bir maksat yolunda -ki maksad-ı küldür- işletmiş, zıddiyetlerini heyet-i mecmuanın hâdi­mi kılmış, mütebâyin hareketlerini muayyen bir neticeye toplamış her uzva birer vazife tahmil etmiş, hayatı mucip olan muvafık mevaddın celbi, iltisak ve itilâfa muzır olan muhalif hususâtın defi için bilcümle kuvâ-yı zahire ve batınayı kullanmış ve bu suretle meydan-ı hayatta bir za­man payidar olabilen, birçok muhtelifâtın mecmuu bir vahdet-i şahsiye, yani bir insan halk etmiştir.

Ruh-ı hayat kesb-i kuvvet ettikçe mezkûr mütebâyin ve mütezad olan unsurların daha ziyade itilâf-pezîr ol­ması, harekât-ı muhtelifenin neticeye varmak üzere akdeyledikleri ittihadın tezâyüd eylemesinden maada ruh-ı hayatın kuvve-i cazibesi sayesinde hatta hariçte bulunan diğer hayatî cüzler dahi dâhildeki anâsıra iltihak ederek deruhte etmiş oldukları vazifelerin ifâsında onlara muavenet ederler. Ruh-ı hayat tenakusa yüz tutunca yavaş yavaş anâsır-ı muhtelifenin itilâfı da tenakus eder ve ittihad-ı ahlafa münkalib olur. Nihayet biraz zaman zarfında müttehit olan mezkûr unsurlar tamamıyla dağılır ve he­yet-i mecmuayı teşkil eden insan da yok olur gider.

Vahdet-i şahsiyenin mucidi bu, zevalinin mucibi de budur.

Vahdet-i şahsiyeden sonra aile vahdeti gelir (Şeyh buna vahdet-i beyniye diyor. Mütercim). Aile vahdetinin ruh-ı hayatı karabet-i hassadır. İşbu cihet-i camiiyet tabayica muhtelif hevesler besleyen ve ef'âlca yekdiğerlerine mütebâyin olan müteaddit eşhası tevafuk ettirerek beka-i küllî müstelzim bir netice-i vâhidenin istihsaline çalıştırı­yor. Herkes heyet-i mecmuanın hakikatta kendi ihtiyaç­larından olan birer hizmetini can u dille ifâ ediyor.

Karabet biraz tebaud edince aile vahdeti de aradan kalkıyor. Onun yerine ise müteaddit ailelerin ve birçok evlerin irtibattan hâsıl olan aşiret vahdeti konuyor. Şu heyet-i ictimaiyenin ruh-ı hayatı karabet-i mutlakadır. Ka­rabet-i mutlaka müteaddit ailelerden ve ocaklardan teşekkül eden aşireti tevhid, menafi-i Umûmiyeyi istihsal, mazarrat-ı müşterekeyi def için diğer aşiretlerle müsaba­kaya, şan ü şevket iktisabına, diğer tavâifle rekabete, da­ima bir tefevvuk ve meziyet aramaya sevk eder.

Nihayet birer aşiretten ibaret olan bu vâhidler bir vahdet-i cinsiye (Şeyh cinsiyet kelimesiyle milliyet veya ırk manasını murat ediyor. Mütercim) teşkil ediyorlar ki, bunun vahdet lisanından başka bir mahiyet-i mümtazesi ve ruh-ı hayatı yoktur. Vahdet-i lisan, hayret-engiz bir vesile-i rabıtadır.

Vahdet-i lisan, garazları muhtelif aşiretleri, maksatla­rı mütenevvi kabileleri cinsiyet (milliyet) sancağı altına toplayarak maksada sevk eden yegâne vahdettir. Bu vah­dettir ki, menâfi-i umûmiyeyi celp, mazarrat-ı müştereke­yi def etmek üzere bir ırkın müteferrik kuvvetlerini müt­tehit ve müttefik kılıyor. Muzaheret-i mütekabile ve teavün esaslarını metinleştiriyor. Saadet-i umûmiyeyi istih­sal için birçoklarını yek-dil ü yek-zebîn ediyor. Büyük bir halkı yeni hayat-ı milliye ile ihyâ ederek kendilerine istik­lâl veriyor.

İnsanlar arasında dâire-i şümûlu vâsi olup birçok ef­radı yekdiğerine merbut kılan iki rabıta vardır; Biri vah­det-i lisan. Diğer tabirle cins veya vahdet-i cinsiye. Diğeri din. Vahdet-i lisanın, yani vahdet-i cinsiyenin (ırkın, mil­liyetin), hiç şüphe yoktur ki, dünyadaki beka ve sebatı dinden daha devamlıdır. Çünkü az bir zamanda değiş­mez. Halbuki ikincisi böyle değildir. Lisan-ı vahide üzere konuşan ırkı görürüz ki, bin senelik bir müddet zarfında vahdet-i lisandan ibaret olan cinsiyete bir halel târî olma­dan iki üç defa tağyir-i din ediyor. Diyebiliriz ki. umûr-ı dünyeviyede vahdet-i lisan merbûtiyetinin tesiri din merbûtiyetinden daha kuvvetlidir. Bunun içindir ki, Hıris­tiyan bir Yunanlı, putperest Eflatun, Aristo ve Bakrat'la merbûtiyetinden dolayı tefâhür eder. Halbuki Hintli bir Hristiyan'ın vahdet-i diniyesinden dolayı Hristiyan Nevton ve Galile ile iftiharı hiç de şayeste değildir. Mahiyeti vahdet-i lisandan ibaret olan cinsiyet vahdeti git gide ecnebîleri dahi kendi dairesinde ithal ederek işbu vah­detle muttasıf olan aşiretleri kuvvetlendiriyor ve diğer ırklar meyanında kadr ü kıymetlerini tayin ediyor. Şan ü şevketlerini yabancı kabilelere de kabul ettiriyor. Vah­det-i mezkûre ile muhtelif aşiretler bu dereceyi ihraz et­tikten sonra müctemi kuvvetleri sayesinde dünyada sa­adet diye kabul olunan bilcümle hususâtta muvaffak olurlar.

Vahdet-i cinsiye bütün bu meziyetlere, ancak tevhid-i efradı mucip olan lisanın, ırkın, muhafaza ve sıyanetine kâfi gelmesiyle hâiz olabilir. Muayyen bir ırka men­sup olan tabakat-ı muhtelifenin ifade ve istifadesini te­min edemeyen bir lisan mezkûr ırkın tamamiyetini muhafaza edemez. Çünkü diğer milletlerle mücavir olan, onlarla mübadelât ve muamelâtta bulunan bir millet, be­şeriyetin erkânını, medeniyetin esaslarını teşkil eden ta­bakalara mâlik olmayınca kabil değil kendi cinsiyetini muhafaza, mezaya ve hukukunu istihsal edemez. Taba­kat-ı mezkûre ise; medeniyetin ulûm-ı nâfıasını neşreden âlimler, heyet-i içtimaiyede fünûn-ı nâfıayı yerleştiren fa­zıla ve muhterîler, hukuk hıfz eden siyasîler, adaleti te­min eden hukuk-şinaslar, ahlâkı tehzib eden vaizler, lâtif ve şairâne kelimelerle uyumuş himmetleri tahrik ve hal­kın secayasını kuvvetlendiren edipler ve şairler, sanatları­nı fennin esasları üzerine vaz eden esnaflar, arazisini ziraat-ı fennî üzere eken zürrâlar ve memleketin mebnâ-yı iktisadîsi üzerine temel kuran tüccarlardan ibarettir. Bir millette tabakat-ı mezkûre mevcut olmazsa ihtiyacât ve zaruriyât hayat-ı efrad arasında mevcut olan rişte-i ittiha­dı kırar, milliyet inkıraza doğru gider. Efrad da diğer mil­letlere iltihak ederek yeni bir cinsiyetle meydana çıkarlar. Tabakat-ı mezkûrenin takarrür ve devamı da ancak lisan-ı millînin mezkûr milliyete mensup olan esnaf ve erbab-ı sanayiin muhtaç oldukları ıstılahat-ı lâzimenin ihtirasıyla kabil olur. Çünkü mükemmel bir ifade ve istifade olma­yınca sanatlar da mevcut olamaz. Istılahat-ı lâzime ve kelimât-ı zaruriyeyi ihtiva etmeyen bir lisanla ifade ve istifa­denin imkânı ise muhaldir.

Netayic-i ırkıyeyi takdir eden âlimlerin ilk vazifeleri kendi lisanlarının tevsiinden ibarettir. Bu hususta uhde­lerine terettüb eden birinci vazifede muhtelif tabakaların sanatları iktizası olan müteaddit kelime ve terkipleri mana-yı aslîsinin münasebetini nazara alarak istimal etmek ve bazen iki yahut üç kelimeyi terkip ederek hîn-i zaru­rette  kullanmaktır.   Kendi lisanlarıyla münasebet-i tâmmesi olan diğer lisanlardan dahi ihtiyaç ve zaruret ik­tiza ettikçe kelimeler alabilirler ve artık çare kalmadığı vakit bi-kaderin lüzum ecnebi lügatlardan da istiane cihe­tine gidebilirler. Fakat mezkûr lügatları kendi lisanlarının kisvesine sarmak şarttır. O kadar ki yabancı oldukları an­laşılmasın. Milliyet mezayasına ârif olanlar böyle yaparlar­sa mensup oldukları milletin tabakat-ı sınaiyesi esaslarını tahkim etmiş olurlar. Tabakat-ı sınaiye istihkam peyda edince şüphesiz ki, mezkûr millet veya ırk âlâ derece-i kemâle erer. Efradı da insaniyetin bilcümle saadetlerini istihsal ederler.

Takrir etmezden cinsiyet manasını bilen ve mezaya­sına ârif olanlarca tabakat-ı milliyenin fünûn ve sanayii ta­lim ve taallümü, ifade ve istifadesinin hep lisan-ı millî üzere olması lüzumu ve böyle olunca ırkın kuvvet bulma­sı ve saadetin ırk efradına nasip olacağı anlaşıldı zanne­derim. Fakat fikrimi umûm nâsa anlatmak üzere matlabımı diğer bir tabirle beyan etmek isterim.

İlimler, fenler ve sanatlar bir kavmin kendi lisanınca talim olunursa mezkûr ulûm ve fünûnun esası onlar meyanında rasih ve sabit olur. Senelerce zail olmaz. Hatta mezkûr kavim siyaseten münkariz olsa bile, münkariz olan evlât ve ahfad kendi seleflerinin kitaplarından istifa­de ile ölmüş olan kavmiyetlerini tekrar ihyâ ederek yeni bir izz ü şerefe nail olabilirler. Hâlbuki aksi olarak, ulûm ve fünûn ecnebî bir lisanda talim olunursa aksi bir netice hâsıl eder. Az bir müddet zarfında cüz'î bir tebeddülat neticesinde mahvolur gider. İşte Yunanlıların, birçok kurûn-ı salifenin mürûrundan ve duçar oldukları inkırazdan sonra, hükemâ ve üdebâları eski Yunan âsârından istifa­de ettikleri hâlde İranîler âsâr-ı mezkûreden hiçbir fayda alamıyorlar. Hâlbuki Eskaniyan zamanında üç yüz senelik medîd bir müddet zarfında İran âdâb ve maarifi Yunanca olmuş, hatta padişahların fermanları Yunanca yazılmış ve meskukat da bu lisanda darb edilmiştir.

Bundan maada ulûm ve maarif bir milletin kendi lisanınca tahsil olunursa, öğrenmesi kolay olur. Zihinlere daha çabuk hakkolunur ve daha geç silinir. Kafalar ulûm-ı mezkûrenin dakaikına daha fazla bir vukuf peyda eder, mesâil-i ilmiyenin künh ve mahiyeti talebece daha ziyade anlaşılır. Bu sayede dahi âlimler, fazıllar, sınayi ve fünûn erbabı çoklaşır, milletin efradı saadet-mend olur. Sonra medeniyetin tesisi, cinsiyetin tahkimi ve vahdet-i milliyenin devamı için bir milletin tabakat-ı safilesi taba­kat-ı aliyesinin hâiz olduğu malûmattan behresiz olma­malıdır. O kadar ki, ifaza ve istifaza mümkün olup da teavün-i hakikî takarrür eylesin. Çünkü tabaka-ı safileye mensup erbab-ı sanayiin tabaka-ı aliyeye mensup olanla­rın küllî bir rabıtası vardır. Tabakat-ı safilenin tabakat-ı aliyedeki ulûm ve fünûndan hiçbir malûmatı olmazsa, tabiî, kendi sanatını kemâle erdiremez. Tabakat-ı aliyeye men­sup olan erbab-ı sanayiin hâli de tabakan safileye nisbetle böyledir. Tabakat-ı milliyeden birine bir noksan gelir­se, külliyet teşkil eden cinsiyete noksan gelmemesi ve heyet-i içtimaiyenin sarsılmaması kabil değildir. Hulâsa bir milletin kemâl-i medeniyete ve idâme-i mevcudiyeti ihtiva ettiği tabakaların yekdiğerlerinde olan ulûm ve fünûna cüz'î bir vukuf elde etmeleriyle kaimdir. Bu da ulûm, fünûn ve maarifin milletin ahadını teşkil eden mezkûr tabakaların lisanı üzere talimi ile kabildir.

Söz buraya geldiğinden artık Hindistan'ı nazara ala­rak derim ki, o Hintliler ki, basiret dağının tepesine çık­mış, cinsiyetin manasını anlamış, mezayasını derk etmişler, dürbün-i tedebbürle mazi ve istikbâli görmüşler, hurdebîn-i taammukla milletlerin ahvalini tetkik eylemişler. Acaba neden bu kadar mühim bir işte tefekkür etmiyor­lar da ihmal ediyor ve bu hususta hiçbir himmetleri gö­rülmüyor? Acaba bilmiyorlar mı ki, milliyetin bekası an­cak talim ve taallümün lisan-ı vatanî üzere tedrisine mü­tevakkıftır? Ulûm-i cedîdenin bütün âlemi ihata eylediği, fünun-ı bedîanin kürre-i arzı kapladığı böyle bir zamanda şâyân-ı ehemmiyet ilmî ve fennî bir kitabın Hint lisanına tercüme edilmediği şâyân-ı hayret değil midir? Irk-ı be­şerden birinin kendi lisanında medeniyetçe nâfi olan ulûm ve fünûna ait eserler olmayınca ırk-ı mezkûrun beka-pezîr olamayacağı nüktesinden gafil midirler? Lisan-ı millî tevsiinin bir millet ukalâsının esası borçlarından ol­duğunu bilmiyorlar mı? Neden ulûm-ı cedîdeyi vatanî li­sana, alelhusus, umumiyet teşkil eden Urdu lisanına ter­cüme etmiyorlar? Ve neden Urdu lisanına vüsat vermek üzere Sanskrit, Merhenî ve Bangalî gibi Urducaya yakın lisanlardan istianet etmiyorlar? Neden hîn-i zarurette Ur­du lisanının istikmali için İngilizceden istifade eylemiyorlar? ulûm-i nâfıa ve fünûn-ı müfidede üstad olan İngilizler senelerden beridir ki, Hindistan'da hükümranlık ediyor­lar. Neden Hindistan ulemâsı onlardan fayda-mend ol­muyor? İngiliz maarifinden vatanları için bir zahire tahsil etmiyorlar? Ulûm-ı mezkûreyi kendi lisanlarına tercüme etmeyince müstefid olmaları kabil midir? Bir milletin ana lisanında olmayan maarif mezkûr millet arasında nasıl taammüm eder? Ecnebî bir lisan üzere takarrür eden bir maarif nasıl payidar olur? Millî olarak bir kitabı olmayan fakat kütüphanesinde binlerce ecnebî kitapları bulundu­ran bir adamın medar-ı iftiharı ne olabilir? Diğerinin mucib-i iftiharı olan bir şeyi akıl olan şahıs kendisine mucib-i iftihar addeder mi? Başka bir cinsiyetle tefâhür âkılâne bir iş midir? Cahil ve hasis bir cinsiyetle tefâhür etmek kâr-ı akıl mıdır? Demek ki iftihar cinsiyetle olur. Şerefli olmak şartıyla ilim ve maarif olmayınca şeref de olamaz. İlim ve maarif de ancak umûmî olduğu takdirde bir mil­letin mucib-i şân ü şerefi olabilir. İlim ve maarif bir mille­tin kendi lisanında talim olunmazsa umumiyet peyda et­mez. Acaba Hindistan uleması bilmiyorlar mı ki, ulûm ve maarif lisan-ı millî üzere olursa gazeteler vasıtasıyla, ulemânın musahabeti ve muaşeretiyle az bir zaman zar­fında taammüm eder ve bütün vatan ehlinin gözlerini açar?

Takrirat-ı mezkûremizden ulemâ, ümerâ, tüccar, fel­lah hangi bir sanat ve tabakadan olursa olsun, her bir Hintlinin Hindistan'da mevcut bilcümle mekâtib-i âliye ve tâliyede tedrisâtın Hint lisanı üzere talim ettirilmesi hususunda diğer vatandaşlar ile ittifak ederek cehd eyle­mesi lüzumu bütün vuzûhuyla anlaşıldı. Evet, medrese­lerdeki tedrisât lisan-ı millî üzere olmalı, bütün ulûm ve fünûn Hint lisanına tercüme edilmeli, ta ki, Hint cinsi­yeti payidar olsun. Refah ve rahat yüzü görsün. Milliyetin fevaidini iktisab ve mezayasını istihsal eylesin. Hint ukelâsına Man (Behav)lar gibi mevhum birtakım hutûtu İskender seddi telakki ederek ilim ve maarifin doğru yo­lundan inhiraf etmek hiç de yakışmaz. Çünkü hüsn-i ni­yet sahibi bir âlim asıl şeriata müracaat ederse, ulûm ve maarif-i maaşiyenin dinle bir mugayeret teşkil etmediği­ni görür ve daha ziyade ta'mîk olunursa ulûm-i maaşiye­nin dini takviye etmekte olduğu aşikâr olur. Zira dinin kuvvetli mütedeyyinlerin kavî olmasına, onların kavî ol­ması servet, şan u şevket sahibi olmaya, bunlar da ancak ulûm-ı maaşiye tahsiline menut ve mütevakkıftır.

Yalancı pehlivanlardan biri çıkar ve "Ne lisanda olur­sa olsun mademki, ulûmdan maksat, temin eylediği fevâiddir. Bizce ne fark eder; ulûm-ı nâfıa İngilizcede mev­cut, İngilizler de çoktan beri Hindistan'a hâkimdirler. Hâkimi mümaselet her hâlde lâzımdır. Millet-i hâkimeden fayda-mend olmak için kendi mevcudiyetimizden sarf-ı nazar kılalım. Milliyet kaydından feragat edelim. Fena-fi'l-galib olalım da ulûm ve fünûnu fatihlerin lisanı üzere öğrenelim. Onların lisanını her mevkide müreccah tutalım. Lisan-ı millî yerine kullanalım. Hatta diğer hususâtta dahi onları temsil edelim" derse böylelerine karşı demelidir ki:

Böyle bir hahiş fatihler tarafından vâki olursa kibir ve gururun ma-fevkıne çıkmış, hadd-i itidalden aşmış diye ihtimal vermek olur. Fakat mahkûm böyle bir arzu beyan ederse artık buna temalluktan başka bir saik düşünüle­mez. Tabiî böyle bir temalluk zahiren galibin bile hoşuna gitmez.

Hint ırkının miktarı az olsaydı, ahadı kendilerini Behrupiyeler gibi her zaman birer galip kıyafetine sok­mak istese idiler ve her asırda bir fatih suretinde göster­sin, bu belki de mümkün olurdu. Gerçi böyle hilâf-ı ha­miyet ve haysiyet bir hareket neticesinde milletler içeri­sinde pest-fıtratlıkla yaşar ve cinsiyet netâyic-i âliyesinden olan terakkiyât-ı azîme ve füyuzât-ı âliye-i insaniyet­ten de mahrum kalırlar idi. Fakat Hintliler iki yüz mil­yondur, Böyle büyük bir kitlenin kendiliğinden çıkıp da tagyîr-i mahiyet ederek fatihler kisvesine girmesi ve li­san-ı vatanî yerine ecnebî bir lisan istimal etmesi tabiatın hilâfında bir emr-i muhaldir. Bilakis mesele biraz daha ta'­mîk edilirse böyle büyük bir kitlenin yüzlerce fatih ve galipleri mağlûp ederek kendilerinden bir cüz derecesine indirmelerinin imkân dairesinde olduğu anlaşılır. Böyle büyük milletleri fetheden galipler mağlûblarına temessül eder. Kendilerinden tarihe geçmek üzere yalnız bir isim bırakırlar. Nasıl ki Moğollar ve başkaları galip oldukları hâlde Hindistan kisvesine girdiler.

Zannedilmesin ki biz işbu beyanatımızla İngiliz lisa­nının adem-i talimini terviç ediyoruz. Bilakis İngilizcenin bir kaç nokta-i nazarından Hintlilerce öğrenilmesi taraf­tarıyız. Evvelen, Hindistan hükûmetinin bir İngiliz hükûmeti olduğu ve hâkimle raiyet meyanında irtibat, ihkak-ı hukuk ve ref-i taaddiyatın yalnız raiyetlerin hükkâmın lisanını bilmeleriyle kabil olabileceği için; saniyen İngiliz lisanında mevcut bilcümle ulûm ve fünûna Hintlilerin kemâl-ı şiddetle ihtiyaçları olduğundan, lisan-ı mezkûru öğrenerek orada mevcut olan âsâr-ı ilmiye ve fenniyeyi Hint lisanına tercüme etmek ve bu sayede medeniyet-i hakikiye esası olan maarifi kendi memleketle­rinde tahkim eylemek için; sâlisen, İngilizce bilmeden tarîk-i muamelâtın teshîli, ticaret yollarının ihzarı, milletle­rin ahval ve adâtına akıl erdirmek, akvamın seraya ve ahlâkını anlamak, devletler ve memleketlerin tarihlerini öğrenmek güç olduğundan İngilizceyi hususan sair elsine-i ecnebiyeyi umûmen tahsil ederek tarîk-i ticaret ve muamelâtı tevsî etmek, dünyanın ahvalini öğrenmek suretiyle Hindistanlıların kendilerini ıslah etmeleri, baş­kalarından ibret alarak diğerlerine ibret olmamaları için (nasıl ki oldular).

Buraya kadar söylediklerim hep Hindistanlılara ait idi. Şimdi millet-i hâkime olan İngilizlere müracaat ediyo­rum;

Düvel-i Garbiyenin ihtirasâtı haddini geçmiş, yekdi­ğerlerine karşı besleyecekleri hıkd ve haset artıkça art­mıştır. Yollar gerek karada ve gerek denizde olsun açıl­mıştır. Rus devleti kademinin birini Merv önüne koymuş, bir elini de İstanbul'un dervazesi karşısına getirmiştir. Fransa devleti Tunus'u hazm ettikten sonra gözlerini Trablus ile Mısır'a dikmiştir. Avusturya'nın yüreği Selanik ve Kostantiniye'ye merbut. Mısır ve Trablus kıt'aları İtal­ya'nın da tamamı celp ediyor. Almanya bazen Girit'i gü­düyor, bazen da Şam sevâhilinde müstamerâta başlıyor. Düvel-i muazzama, Britanya devletini dünyanın en güzel arazisi, beşeriyetin mehd-i ecnâsı, müessis-i medeniyet Brahma'nın payitahtı, yani Hindistan'a mâlik görünce ha­setleri hoşa geliyor. Yüreklerinde ateş-i rekabet iştial edi­yor. Binanaleyh Hint arazisini muhafaza etmek üzere İn­gilizler gayet kuvvetli erbab-ı ihtirasın amâlini katı, kendilerine itminan-bahş edecek kadar metîn ve mahkûm vesâile muhtaçtırlar. Böyle itminan-bahş bir vesileyi de kafiyen ne Cebel-i Tarık, Malta, Kıbrıs, Babü'l-Mendeb, Aden, Sukutra, Kip istihkamât-ı bahriyesi ne de Hiber Deresi, Yalan Deresi ve Kandehar şehri istihkamât-ı berriyesi teşkil edebildiler. Her bir şuurlu İngiliz meseleyi ta'­mÎk ederse yabancı bir milletin vesâil-i hariciye sayesinde taht-ı tabiiyette saklanmasının mucib-i emniyet olmadığı­nı anlar. Evet yalnız istihkamât-ı tahaffûziyelerini Hintlilerin kalplerinde inşa ettikleri zamandır ki, İngilizler ken­di mevkilerinden emin olur ve hakikî bir sükûn-i kalb bu­lurlar. Bu da ancak Hint lisanının da resmî ilân edilmesi ve Hindistan'a ait bilcümle müessesât ve cülüsâtta Hint lisanının istimal edilmesiyle kabil olur. Böyle olursa Hintliler kendileriyle İngilizler arasında büyük bir merbûtiyet hâsıl olduğunu görür. Nevama yeni bir cinsiyet zuhur ettiğini hissederler. İngilizlerle hâkimiyet nokta-i nazarından tatbik olunan imtiyazları ilga ile Hintlileri bil­cümle hukukta hatta parlamanda bile kendilerine müsa­vî tutsunlar, ecnebî olmak hassasına galibiyetin iktiza et­tiği bir müddet kadar imtidat vermelidir. Yoksa bir insa­nın yabancı birisine menus olamayacağı tabiîdir. Sonra lâzımdır ki, İngilizler İngilizceden Hint lisanına tercüme olunacak ulûm ve fünûnda yerlilere muavenette bulun­sunlar ve bu hususta mahsus cemiyetler teşkil etsinler. Fünûn-ı cedideyi de Hint mekteplerinde yerli lisanda tedris ettirmelidirler. Sınaat ve ticareti terviç etmek kastıyla Hindistan'da birçok medreseler tesis etmek de vazifelerindendir. Hintlileri kendileri gibi görmeli ve bil­cümle tefavüt ve imtiyazâtı kaldırmalıdır. Hakkaniyet, adalet, insaniyet de bunu iktiza etmektedir. İngiliz kav­mine mensup olup da kendi raiyetleri meyanında müsavat-ı tamme bulundurmayan devletlerden müsavat talep eden adalet müddeileri de bunu istemektedirler. Şeksiz, Hintliler bu gibi mesai-i cemilenin semerelerini taktık­tan sonra kendi beka ve saadetlerini İngilizlerin beka ve saadetlerinde, kendi izmihlâl ve felâketlerini onların izmihlal ve felâketlerinde bulacaklar. Bir İngiliz gibi İngi­liz menafimi müdafaa edeceklerdir. Böyle olursa Hindis­tan üzerine mevcut olan tehlikeler zail olur. Gönül iste­diği kadar rahat bulur. Hintliler İngilizlerden söylediğim âsârı görmezlerse nasıl olur da onlara merbut olur, onla­rın faydasını isterler? İnsan kendi faydasını diğerinin faydasında görmeyince kabil değil onun faydasında çalış­maz, Bunun aksini akl-ı selim de kabul etmez.

Gerek millet-i hâkimeden ve gerek millet-i mahkûmeden olsun, birtakım küteh nazarların işbu be­yanatıma bir nazar-ı hayretle bakacaklarını iyi biliyorum Fakat zaman bu sözleri şerh ve tefsir edince erbab-ı zekâ şu sözlerin ne kadar doğru olduğunu elbette tasdik ede­ceklerdir.

Bir lisanın lisan ehline ne kadar lâzım olduğu ve bir lisanın ne gibi levâzıma muhtaç bulunduğu hakkında söylemek istediklerim işte bu kadardan ibaret idi.

Mütercimi; Resulzâde Mehmed Emin

Yazarın Diğer Yazıları