Kadı-zâde, Sivâsî Efendi ve partilerimiz...

                16. yüzyılın sonlarına doğru, biri Balıkesir'den, diğeri de Sivas'tan olmak üzere İstanbul'a iki zat gelir. Balıkesir'den gelen Kadı-zâde, Sivas'tan gelen de Abdülmecid Sivâsî Efendi'dir. İki farklı meşrebi temsil eden bu zatlar kısa zamanda meşhûr olurlar. Biri Sultan Selim Camii'nde vaaz verir diğeri de Yeni Câmi'de... Her ikisi de büyük kalabalıklar toplar etrafına. Halk âdetâ ikiye bölünmüştür. Kimi Kadı-zâde'yi, kimi de Sivâsî Efendi'yi tutmaktadır. Taraflar arasında zaman zaman taşlı sopalı kavgalar da eksik olmaz. İşin üzücü tarafı, sadece bu iki şeyh değil, diğer şeyhler de kavgaya taraf olurlar. Katip Çelebi bu konuda bakınız neler söylüyor:

                "Nice yıllar bu tutumla iki şeyh arasında dedikodu sürüp boşuna tartışmadan iki bölüğün arasına büyük nefret ve düşmanlık girdi. Şeyhlerin çoğu da iki bölüğe ayrılıp birer tarafı tuttular. İçlerinde akıllı olanlar, bu iş taassuptan doğma bir kuru kavgadır. Muhammed (s.a.v) ümmetiyiz ve din kardaşıyız, ne Sivâsî'den berâtımız, ne Kadı-zâde'den hüccetimiz vardır. Onlar iki bilgili ve dubaracı şeyh idi, birbirlerine karşı olmakla ün yapıp padişahın mâlumu oldular. Ahmaklık edip bizim onların davasını sürüp gitmemiz nedendir? Bundan biz zarardan başka nesne elde edemeyiz, diye karışmadılar, ama ahmaklar ısrar edip iki tarafta onlar gibi ün yapmak umuduyla bazı davalara yapıştılar. Kürsülerde birbirlerine taş atıp lâf sokarak, dil ile yaptıkları karşılaşma, kılıç ve süngü ile savaşa yol açmaya yaklaşınca saltanat tarafından kimilerinin sürgünle kulaklarını çekmek gerekip terbiyelerini vermek lâzım geldi."

                Hiçbir kimseye ve hiçbir kuruluşa haksızlık etmek istemem. Ancak, Kâtip Çelebi'nin yukarıdaki ifadelerini okurken insanın aklına ister istemez partilerimiz ve sözcüleri geliyor. Televizyon ekranlarında yahut siyâsî toplantılarda konuşan partililere dikkat ediniz. Hemen hepsinin, rakiplerini kötüleyici yahut tarafları birbirine karşı soğutucu tavırlar içinde olduklarını göreceksiniz. Evet, siyaset bir mücâdeledir ama, bu mücâdele fikir planında olmalıdır. Yani siyaseti bir hizmet yarışı olarak ele almak lazım. İnsanların değer yargılarını politik emeller için basamak yaparak bir yerlere gelmeye çalışmak siyaset değildir.

                Gustave Le Bon: "Siyasette ihtiraslar ve inançlar çarpışır; ender olarak da fikirler..." der. Maalesef tespit doğru... Siyasîlerimiz ihtiraslarını bir kenara bırakarak inançla ilgili meseleleri uzmanlara havale edip sadece fikrî konularla meşgûl olabilseler, sanırım içinde bulunduğumuz sıkıntıların birçoğu kendiliğinden hallolacaktır.

                Kadı-zâde ve Sivâsî Efendi'den bu yana şu veya bu ad altında, halkın sırtına basarak meşhur olmak yahut bir yerlere gelmek isteyenler hiç eksik olmamıştır. Bu yanlış tutum, münferit vak'alar olmaktan çıkarak kitleselleşme eğilimi göstermeye başlarsa ilgililerin tedbir alması kaçınılmaz hale gelir. Gidişat pek hayra alamet değil. Yani kutuplaşma her gün biraz daha artıyor. Yetkililer tedbir alıyor mu acaba?..

 

Yazarın Diğer Yazıları