7 Kasım 1968 tarihinde Berlin’de Alman Başbakanı’nın yüzünde bir tokat patladı. Tokatı atan 29 yaşındaki Beate Klarsfeld isimli bir kadındı. “Seni Nazi seni, istifa et!” diye yüzüne haykırılarak şamarı yiyen de Almanya’nın üçüncü Başbakanı Kurt G. Kiesinger’di. Olaya şahit olan herkes donup kalmıştı. Başbakan, önce umursamadı. Ama tokadın acısı öyle kolay kolay unutulacak cinsten değildi. Başbakan, Beate Klarsfeld hakkında davacı oldu ve genç kadın mahkeme tarafından on iki ay hapis cezasına çarptırıldı.

Hikâyede ilginç olan ise, bu tokadın ardından, ünlü Alman yazarı Heinrich Böll’ün hapishanedeki kadına elli tane kırmızı gül göndermesiydi. Gönderilen güller bazı çevreler tarafından eleştirilince, Böll, Bayan Klarsfeld’e elli gül daha gönderdi. Aslında Böll’ün kırmızı güllerinin buketi o dönemde adaletsizliklere başkaldıran Batı aydınlarının vicdanında hazırlanmıştı.

Bu olaylar olduğunda Batı’nın güler yüzlü sömürü çarkı olan kapitalizm artık yıkıntıların ardından ayağa kalkmış ve yeniden kanlanıp canlanıyordu. Afrika’daki Batı zulmüne bizzat şahit olmuş Frantz Fanon, “Yeryüzünün Lanetlileri”ni çoktan yazmış ve yayınlamıştı. Hatta Amerika’daki Berkley ve Colombia üniversitelerindeki öğrenciler „Sit-in „ denilen oturma eylemlerini artık “Direct action” yani doğrudan eyleme çevirmişlerdi. Savaş sonrası ahlaki ve ruhsal yıkımın sonucu “Yenilmiş, yıkılmış” manasına gelen “Beat„ sözcüğüne o dönemlerde Rusların uzaya gönderdikleri Sputnik uzay aracından ödünç alınmış “nik” eki de „Beat’a eklenmiş ve „Beatnik„ yani „Sorunlu gençlik„ ismi ile Batı başkaldırının merkezi haline gelmişti.

Başkaldırılar doğal olarak sadece gençleri kapsamıyordu. Aydınlar da ayaktaydılar. Alman Başbakanı’nı döven Bayan Klarsfeld’e iki defa 50 kırmızı gül göndermiş olan yazar Böll, 1963-1964 yıllarında Frankfurt Üniversitesi’nde verdiği ünlü derslerinden birinde şöyle diyordu:

İnsanca yaşamanın tek şartı, günümüz toplumunun göz ardı ettiği, umursamadığı değerleri yeniden canlandırmak ve toplumun bugünkü tutumuna kararlı bir şekilde karşı çıkmaktır.“

Heinrich Böll’ün de içinde bulunduğu ve sonradan 47’liler olarak anılacak olan 47 yazar, bütün bu sömürge çarkının karşısında duran birer deve dönüşmüşlerdi. Aslında önceleri “Frankfurt Okulu” adı altında başkaldırıya öncülük eden ve “Akıl Tutulması” gibi kitaplar kaleme alan başta Horkheimer, Fromm, Pollock, Adorno gibi yazarlar Batı’daki bu başkaldırının daha doğrusu “Aydın vicdanı” nın temellerini atmışlardı.

Başkaldırının Fransa ayağında Sartre, Camus gibi aydınlar eserleri, konuşmalarıyla toplumdaki “aydın’ın rolünü tanımlarlarken, “Başkaldırıyı”da sistemleştirmeye çalışıyorlardı. Sosyalizmde ve Sovyetler Birliği konusunda Sartre’den ayrılan Camus, savaş sonrası Batı insanının kapitalizm batağında nasıl yabancılaştığını “Yabancı” isimli romanında çok güzel anlatır. O, kahramanı (daha doğrusu, toplum dışı, anti kahraman) Meursault’ın dilinden daha ilk cümlede Batı insanının en trajik, komik durumunu ortaya serer:

“Annem ölmüş bugün, belki de dün...”

Bir annenin ölümü bu kadar yalın, bu kadar basit ve bu kadar sıradandı... Çünkü ölen anne kendinden kopan, ayrılan, başkalaşan, yabancılaşan bir varlığın annesiydi. O romandan 14 yıl sonra Albert Camus “Düşüş” romanını yazdı. “Düşüş”, insan bencilliğinin ve vurdumduymazlığının zirvesiydi.

Eski deyimle bütün bu “meddü cezir”lere rağmen savaş sonrası kendini yoklayan, öze dönüşün yollarını arayan, yıkılmışlıktan, yenilmişlikten bıkan, yorulan Batı insanı kendine bir çıkış yolu arıyordu ve aydınları haklı olarak, toplumun vicdanı olmuşlardı ve ayaktaydılar.

H. Böll, kendi ülkesinin başbakanına tokat atan kadına elli gül gönderiyordu. Bu da bir tür başkaldırıydı aslında.

Ya şimdi? 2012 yılında seksenini aştıktan sonra İsrail’in yaptığı zulümlere karşı, “Dur, adaletsizliğe karşı bir şiir yazayım” deme küstahlığını (!) gösteren, Almanların Nobel ödüllü yazarı Günter Grass toplum (!) tarafından öyle bir köteklendi ki zavallının bir daha sesi sedası çıkmadı.

Yine, Almanya’nın kültür merkezi sayılan bir kentte, Köln’ de, toplama kamplarında acı çekmiş bir Alman yazar Ralph Giordano, toplumun en zayıf ve korunmaya muhtaç grubu olan yabancı kökenli insanlara karşı aşırı sağ görüşlü vatandaşlarıyla el ele vererek protesto yürüyüşü yapıyordu.

Seksen dokuz yaşındaki ünlü Alman sanatçı Dieter Hallevorden Gazze’deki çocukları gündeme getirdiği için az daha ülkeden kovulacaktı.

Kapitalizm zavallı Batı aydınını yonta yonta, eğip büke büke Kafka’nın Grigor Samsa’sına döndürdü. Zavallı Samsa, Batı’da dönüşmeye, böcekleşmeye devam ediyor. Bütçe, borsa, sigorta, emlak, banka, Euro krizleri ne demektir ki... Batı’da insan krizdedir ve krizin yoğun bakımında da Batı aydını yatmaktadır.

Kiergegaad bu durumu yüz yıl önce görmüş ve “Varoluş” felsefesinden hiçliğe dönen meslektaşlarına varoluşçuluğun önce üç aşaması olarak, “Estetik, ahlâk ve dini” önermiş, sonra da bunlara sevgiyi eklemişti. Ne yazık ki vahşi kapitalizm bütün bu değerleri insanlığın diğer değerleri gibi sömüre sömüre dejenere etmişti. Bütün bu değerlerden Batı’da bir “hoş sâdâ” kalmıştı.

Ya bizde?

Bizde ne yazık ki aydın asla özgür olamamıştır. Hepsi değil ama büyük çoğunlukla Türk aydını ya ideolojisinin ya da kör bir tutuculuğun tutsağıdır. Bu yüzden vicdanları temiz değildir. Türk aydını, yargılarında, tarihe, halka, geleceğe bakışında önyargılıdır ve bu nedenle de gerçeği, sadece gerçeği bulmak amacından uzaktır.

Toplumdaki durağanlığı, çarpıklığı, adaletsizliği eleştirmesi gereken sol aydın, hapislerde yattı, sürgün edildi, öldürüldü ama düşünce olarak on dokuzuncu yüzyıl ilkel solculuğundan asla kurtulamadı. Kendi halkının sadece değerlerine değil, kendisine de yabancı kaldı. Yaşadığı toplumun bütün değerlerine küfretti, dışladı, kendine halksız bir ütopya yarattı. Ne Avrupa’daki sosyal demokrasinin gelişme ve dönüşme sürecini izledi, ne de Katolikliği devrim teorisinin mayası yapan Latin Amerika’daki Marksistlerin Kurtuluş teolojisini inceledi. “Bismillah”, “Elhamdülillah” diyen kendi ana-babasını gerici, hurafeci olarak gördü ve onu baştan ayağa değiştirmeye, yabancılaştırmaya çalıştı, tabii ki bin defa yenilgiye uğradı.

Sağ aydının ekseriyetinde durum kötüden de öte, Almanca deyimle “katastrofal”dır. Tarihsel kişilikleri ve olayları sağlıklı ve bilimsel değerlendirme yerine nefretle, kinle yargıladı. Olayların sosyolojik arka planını araştırmadan tarihi ve tarihi şahsiyetleri ya tekfir etti ya da putlaştırdı. Ve bu düşüncesini de genç dimağlara bir uyuşturucu gibi sundu.

İki taraf aydınının dili de bir iletişim aracı, halkı bir arada tutma vasıtası değil bir inatlaşma dilidir. Bir taraf her aklına estikçe bir kelime uydurur, öbür tarafsa inatla dildeki her türlü yenileşmeye karşıdır.

Sürekli hainlikle suçlanan, dolayısıyla karşıtlarla bir araya gelmenin, ortak bir “toplumsal sözleşme”ye imza atmanın imkânsız olduğu bir ortamda, sağlıklı bir gençliğin, sağlıklı bir dayanışmanın, sağlıklı bir karşı duruşun, sağlıklı bir demokrasinin kurulamayacağı açıktır. Bunun da sorumlusu sol ve sağ Türk aydınıdır.