Geçtiğimiz günlerde AK Parti Konya Milletvekili Mehmet Baykan’ın pazarda bir esnafla yaşadığı diyalog, basite indirgenecek gündelik bir olay değil; Türkiye’de siyaset ile halk arasındaki uçurumun sembolü olması açısından son derece önemlidir. Vekilin, “Bir aile haftalık pazarı 250 TL’ye görebilir mi?” sorusuna pazarcının “250’ye görmezse 300’e görür” cevabı, yaşanan ekonomik gerçeklikten kopuşun ibretlik bir göstergesi olarak hafızalara kazındı. Domatesin kilosunun 50 TL, salatalığın kilosunun 80 TL, patlıcanın kilosunun 55 TL, fasülyenin kilosunun 155 TL, sivri biberin kilosunun 90 TL olduğu bir dönemde 250-300 TL’ye ne kadar ne alınabiliyor bunu sizlerin insiyatifine bırakıyorum.

"Milletvekili" sıfatını taşıyan bir ismin, milletin içinde bulunduğu gerçek yaşam koşullarına dair bu denli yabancılaşmış olması, sistemin tüm katmanlarında ne denli büyük bir temsil sorunu olduğunu da gözler önüne seriyor. Bugün, pazardaki fiyatlardan, kiralardan, emeklilerin geçim derdinden bihaber bir yönetici kadro ile karşı karşıyayız. Saray’ın penceresinden bakıldığında her şey güllük gülistanlık olabilir; fakat sokağın gerçeği çok başka: mutfakta yangın var, sofrada eksiklik var, gelecek kaygısı var. Millet fakru zaruret içerisinde yaşam mücadelesi veriyor.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'yle birlikte bu sorunlar derinleşti. Güçler ayrılığı ilkesi fiilen ortadan kalktı. Yasama, yürütme ve yargının bağımsızlığı yerine tek merkezli bir karar yapısı tesis edildi. Denetim zayıfladı, kurumsal akıl devre dışı kaldı, ekonomide bilimsel temellere dayanmayan, ideolojik tercihler öne çıkarıldı. “Faiz sebep, enflasyon sonuç” gibi tartışmalı yaklaşımlarla Merkez Bankası'nın bağımsızlığı zedelendi; döviz kuru patladı, enflasyon dizginlenemez hale geldi. Sonuç? Ücretli çalışanlar, sabit gelirliler yoksulluk sınırının altına itildi, orta sınıf ise adeta tasfiye edildi.

Ancak bu tablo bir yönetim zafiyetinden ibaret değil. Türkiye’de yoksulluk, bir idare etme aracı olarak sistematik biçimde uygulanmaktadır. Otoriter yapılarda yoksulluk tesadüfi değil, tercih edilen bir politikadır. Geçim derdiyle boğuşan birey, siyasetle değil, bir sonraki faturayı nasıl ödeyeceğiyle meşgul olur. Açlık sınırında yaşayan bir toplum, talepkâr değil, edilgen hale gelir. Bu durum, yönetenler için toplumsal muhalefeti kontrol altına almanın en etkili yollarından biridir.

Tarihsel örnekler de bu durumu destekler niteliktedir. Sovyetler’in son döneminde halk temel ihtiyaç maddelerine ulaşamaz hale gelmişti. Amaç, sistemin sorgulanmasını önlemekti. 1980’lerin Romanya’sında Çavuşesku rejimi, karneyle gıda vererek halkı devlete bağımlı kıldı. Bugün benzer bir tablo Venezuela'da yaşanmakta. Türkiye’de ise sosyal yardımlar bir hak değil, lütuf gibi sunuluyor; yurttaş, kendi vergisiyle oluşturulan bütçeden kendisine sunulan destek için iktidara minnet duymaya yönlendiriliyor.

Peki, bu kısır döngü nasıl kırılır?

Çıkış Rotası: Üretim Ekonomisi, Milli Planlama ve Kamucu Devlet Aklı

Türkiye'nin karşı karşıya olduğu kriz, yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda yapısal ve stratejiktir. Çözüm, günübirlik tedbirlerle değil; kapsamlı, planlı ve milli bir paradigma değişikliğiyle mümkündür.

Üretim Seferberliği: Türkiye’nin tüm illerinde üretim potansiyeli envanteri çıkarılmalı; bölgesel kalkınma odaklı, planlı bir sanayi ve tarım politikası uygulanmalıdır. 1930’larda kurulan 46 fabrika örneğinde olduğu gibi, devletin öncülüğünde, yerli ve katma değeri yüksek üretim desteklenmelidir.

Tarımda Milli Politikalar: Tohumdan gübreye, sulamadan pazarlamaya kadar bütüncül bir tarım reformu hayata geçirilmelidir. Çiftçiye destek artırılmalı, kooperatifçilik teşvik edilmeli, ithalata bağımlılık azaltılmalıdır. Tarım sadece ekonomik değil, stratejik bir güvenlik meselesidir.

Eğitim ve Bilimde Yapısal Reform: Eğitim sistemi liyakate ve üretim odaklılığa göre yeniden tasarlanmalıdır. Meslek liseleri, tarım ve teknik okullar, köy enstitüsü benzeri üretici yapılar ihya edilmelidir. Bilimsel düşünce, kalkınmanın itici gücü hâline getirilmelidir.

Stratejik Kamu Girişimciliği: Devlet, enerji, maden, ulaşım ve savunma gibi stratejik sektörlerde doğrudan aktör olmalıdır. Özelleştirme politikalarının yerini, kamu yararını önceleyen kalkınmacı yaklaşım almalıdır.

Gerçek Sosyal Devlet: Sosyal yardımlar, sadaka değil anayasal haktır. Bu destekler, bireyi devlete bağımlı kılmak için değil, onu güçlendirmek ve özgürleştirmek için verilmelidir. Emeklinin geçinebildiği, gençlerin üretime katılabildiği, kadınların sadece geçim değil üretim yükünü de üstlendiği bir sosyal yapı tesis edilmelidir.

Yukarıdaki maddelerin hayata geçirilmesi birer hayal değildir. Planlama, irade ve kamucu bir vizyonla Türkiye bu karanlık tablodan çıkabilir. Yeter ki kaynaklar ranta değil, üretime; sadakaya değil, emeğe; keyfiyete değil, stratejiye aktarılsın.

Kontrollü yoksulluk bu millete reva değildir. Türkiye’nin gerçek potansiyeli; üreten, kalkınan, kendi ayakları üzerinde duran tam bağımsız bir devlettir.