Bu konuda bir özet yapmak gerekirse kısaca neler söylenecektir.
Din-siyaset ilişkisinin önemli bir boyutu ve özden uzaklaşmanın dikkat çekici bir örneği, yönetimin ve yöneticinin kutsallaşması alanıdır. Bu da yetmeyip kurtarıcı (mehdî) beklemek meselesidir.
Yönetimin esası, adalet, doğru olanı uygulayıp yerleştirmek, buna göre insanları eğitmek ve yönetmek, ehil kimselerin işbaşına geçirilmesi, iyilik emredildiği zaman itaat, görev ve sorumlulukların bilincinde olunmasıdır. İslam itaati ve dolayısıyla yetkiyi, dünyevî-sosyolojik anlamda ve rejimini şu ilkeyle formüllendirmiştir: “Ey iman edenler! Allah’a, Resulüne ve sizden olan emir sahiplerine (yöneticilere) itaat edin...” (Nisâ, 59). Burada devletin ve yönetim şeklinin modeli değil ama ilkeleri belirlenmiştir. Din söz konusu olmasa da burada temel bir ilke ifade edilmiştir: Sizden olan yönetici. Devlet, üç şekilden biri olabilir. 1. İşgal devleti. İslam’ın ve insan tabiatının bunu istemeyeceği bellidir. 2. Tepeden inme, zor kullanarak oluşturulmuş devlet. Burada itaat eden ve edilen ilişkisi, genellikle bozuktur. Bu rejim bir de babadan oğula geçen bir sistem halini alır. Yöneten, yönetilene hep yabancı kalır. Normal bir devlet iken, gittikçe halkına, değerlerine, kültürüne yabancılaşan devlet de bu sınıfa girer. İnsan tabiatının ve dinin bu şekli de istemeyeceği bellidir. 3. Tabii (doğal) devlet. Toplumun kendisinin seçtiği, onun kültür ve değerlerini paylaşan, toplumun her şeyini yansıtan bir devlet. Onun için doğal devlet dedik. Bu nasıl şekillenir? Zamanına göre biatla, seçimle oluşturulur. Kur’an bunu iki kelimeyle ifade etmiştir: “Sizden olan (minkum).” Hz. Peygamber de sosyolojik kuralını şöyle belirtmiştir. “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz, başınıza o çeşit adamlar geçer.” Yöneten ve yönetilenin ahenkli olması, bundan daha güzel ifade edilebilir mi? O halde dinini, insana, yani kutsal veya yanılmaz, masum diye iddia ettiği yöneticiye bağlayan, bir rejim, bir üslup İslam’a uymaz. Tarikatlar da bu cümleden olarak, İslam’la uyuşmaz. İyyake na‘büdü ve iyyake nesta’in (Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım isteriz) ilkesi her yerde, her şeyde geçerlidir. Kur’an’ın belirlediği temel ilkeler, yani iman esasları, teker teker çıkarılmalı, insanın ve toplumların hayatlarında nelerin doğru ve geçerli olduğu anlaşılmalıdır. Ölçü ve ölçütler bilinmelidir. Devamlı ucu açık ve tartışılabilir felsefelere, gereksiz içtihatlara ihtiyaç yoktur. Sadece ölçütlerin doğru anlaşılabilmesi için bunlara başvurulabilir. Bunun için de bilenlere ihtiyaç vardır. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu” (Zümer, 9) ve “... De ki: Rabbim ilmimi artır.” (Tâ-hâ, 114) ayetleri bizi buraya yönlendirir. “Alimler, peygamberlerin varisleridir.” (hadis). Olaylar, insanlar, peygamberler başta belirli şahsiyetler, fikirler; tabiilikte, fıtrata (tabiat kanunlarına) göre uygulanmış, bilgide bilime ve nihayet Allah Kelamına göre uygulanmış olmalıdır ki ikisi de aynı kaynağa, Allah’a bağlıdır. Kabul etsek de etmesek de böyledir. Etmeyenler veya kabul ettiği halde yanlış uygulayanlar, sorumluluklarını yüklenmişlerdir. Çok açıktır ki, buradan şu sonuçlar da çıkarılır. Yaratıcıya itaat fıtrat gereğidir. İnsan buna önem vermez, aykırı hareket ederse kendi bileceği iştir. Resulüne itaat sadece ona aittir. Peygamber soyuna denmemiştir. Saygı gösterilmesi, her şeyde itaat edilmesini içine almaz. Ehl-i Beyt (Peygamber ailesi) saygı görecektir, fakat devlet oluşumunda, yönetici olmaları, bir şart olarak ifade edilmemiştir. Akıl da zaten bunu gerektirir. Nitekim peygamberlerin akrabalarından bazıları, çocukları, ona inanmayıp, karşı çıkmışlardır. Bu demektir ki soyda kutsallığı İslam kabul etmemiştir. Peygamber dahi kutsal değildir. Kutsal varlık sadece Allah’tır. Bizim kutsal diye adlandırdığımız diğerleri itibari (izafi) kutsallıklardır. Kâbe kutsaldır, bayrak kutsaldır, gibi. Toplumsal, dinî değerlerin yansıdığı ve öyle kabul edilen kutsallardır. Nesnel ve bedensel, yani herhangi bir cismin veya insanın kutsallığı söz konusu değildir. Bunları kutsal kabul etmek, şirk (Allah’a ortak koşmak) ifadesi olur. Kutsalın anlamı doğru anlaşılmalıdır. Kutsal, doğmaz, doğurmaz, bölünmez, parçalanmaz, ayrıştırılmaz, tahlil edilmez, yanılmaz, tartışılmaz, sadece mutlak saygı duyulur ve inanılır demektir. Bu da yalnızca mukaddes ve muazzez, mutlak kudret sahibi Allah’a mahsustur. O’ndan başka kutsal yoktur. O’nun sıfat ve isimlerini buna eklediğimiz zaman, mesele daha iyi anlaşılır. Görece kutsallıkların bununla karıştırılmaması gerekir ki bunlara kutsal demek mecburiyetimiz de yoktur. Hz. Peygamber, bir gün kızı Fatıma’ya: “Sen iyi şeyler yapmaya bak, Peygamber kızı olman, sana bir şey getirmez. Ben de seni kurtaramam” demiştir. Fakat hayata geçirilen İslam’ın bazı yorumlarında farklı bir yol izlenmiştir. Kutsallıklardan, masumluklardan, yanılmazlıklardan vazgeçilmemiş, bazı insanlar, bazı yöneticiler, buna göre değerlendirilmişlerdir. Din ile siyaset ve idare birlikte harmanlanıp, itikat yapısı içine yerleştirilmiştir. Buna iktidar çekişme ve kavgaları, şahıs tercihleri sebep olmuş, çekilen çile ve acılar, inanç yapısının içine yerleşmesini pekiştirmiştir. Tıpkı, Hz. İsa ve çarmıha gerilme ve bu konudaki acı ve ızdırapların bir dini değiştirdiği gibi.
Hz. Peygamberin vefatından sonra iktidar sorunlarından öte gitmeyen olaylar, dinî kutsallık-siyaset-yönetim yumağı, asırlarca sürecek olan ve halen devam eden dinin siyasileşmesinin, siyasetin dinîleşmesinin başlangıcı olmuştur. En genel ayrım, Sünnî-Şiî ayrımı böyle başlamıştır. Gerçekte, olaylar ve fikir ayrılıkları, iki tarafta da kafa karışıklıklarını arttırmış, ayrılmış kollar artıp durmuştur.
Şiilikte imamet (başkanlık), peygamberliğin bir çeşit devamı kabul edilmiştir. Hz. Peygamber’den sonra vahiy bittiği, yani ilahi yetkiyle irtibat sona erdiği hâlde, bu kesim “kutsal yönetimi” devam ettirmiştir.
İki tarafta da fıkıh, siyasi fıkıh halini almıştır. İmamı Azam Ebu Hanife’nin, zindana girmek pahasına kaçtığı siyasi fıkıhtı bu. Bu fıkıhta din, siyasetin ve idarenin emrine verilmiştir. Şiilikte bu durum daha ileri noktalara taşınmıştır. Yönetim ve yönetici dinî kutsallığa sahiptir. Allah adına iş görürler. Oysa İslam’ın özünde yönetim dinî değil, beşerî ve hukukî (adlî) bir konudur. Devletin dini adalettir. Yöneticinin önemi, nasıl yönetmeli esasına göredir. Nasıl yönetmek ve nasıl yönetilmek önce gelir. Buna uyan ve toplumu temsilde hak kazanmış bulunanlar yönetici olurlar, olmalıdırlar. Şiilikte yönetici esastır ve nasıl yönetilme buna bağlıdır. Çünkü yönetici kutsal, masum ve yanılmazdır. Soy takip eder. Bu soy, Hz. Peygamber’in kızı Fatıma’dan ve eşi Ali’den (Hz. Peygamber’in amcası oğlu ve damadı) gelir. Özellikle büyük çile ve acı çekmiş olan, 70 arkadaşıyla birlikte katledilip şehit edilen Hüseyin ile soy, yeni bir hareket noktası kazanmıştır. Din ve yöneticiliği birlikte temsil eden, dinî yapıyı canlı olarak oluşturan bu soy, On ikinci şahısta biter. On ikinci İmam ölmemiş kabul edilir, dönüşü beklenir. Birçok dini inanıştaki kurtuluşu sağlayacak olan mehdi inancı, Şiilikte, ismiyle cismiyle pekiştirilmiştir. Sünnilikte, mehdi, dünyanın sonuna doğru geleceğine inanılan Hz. İsa ile birleştirilen bir inanç haline dönüşmüştür.
Velâyet-i amme, cumhurun (ammenin, kamunun) koruyuculuğu, yani devlet demektir. Peki Şiilikte velâyet-i fakih teorisini, fıkıh devleti, yani hukuk devleti diye mi anlamalıyız? Öyle görünmüyor. Çünkü fakih’a rehber anlamı verdiklerinden “rehber devleti” diye anlamak daha uygundur. Rehber, masumdur, yanılmazdır, buna mutlak itaat gerekir. Oysa İslam’da yöneticiye değil, Allah’a ve Resulüne mutlak itaat gerekir. Resulüne itaat de peygamberliği ile ilgilidir, yöneticiliğine mutlak itaat yoktur. Yöneticiliğine saygı gösterilir ama mutlak itaat anlamında değildir. Nitekim bazı konularda şahsi fikir ve kararlarına karşı çıkılmış ve o da kabul etmiştir.
Yöneticiye itaat, iyilik emredildiği zamandır. Değilse, karşı çıkılır. Hz. Ömer’in camide konuşurken bende bir eğrilik görürseniz ne yaparsınız sorusuna karşı, birinin, seni kılıçlarımızla düzeltiriz, demesine sevinen, Allah’a şükreden bir yönetici örneği, İslam’ın metoduna uygun bir örnektir. Bu konuda hadisler, birçok örnek bu doğrultudadır.