Kırk sekizinci yıla girerken

1963-64-65’lerin korku dolu, yokluklar içindeki günlerinde doğmuş olanlar 45-48 yaşlarına gelmiş bulunmaktadırlar. O günleri doğal olarak hatırlayamazlar. 28 yaşına basmakta olan devletlerinin eksiklerini ve aksaklıklarını görürler; o günleri yaşamış olanlar gibi, KKTC’nin varlığı ile neler elde edilmiş olduğuna bakıp Allah’a, Anavatana ve mücahit babalarına dedelerine şükretmezler; “bir uzlaşma olsa da sıkıntılarımız sona erse” hayali içinde yaşarlar, “KKTC’siz, ayrı egemenliğine sahip çıkmayan bir topluluk olarak, Türkiye’nin fiili ve etkin garantörlüğünü içermeyen” bir uzlaşmanın bizi de Girit Türklerinin akıbetine götüreceğini göremezler. Bunların bilmediği bir şey vardır: Devlet ilânı Uluslararası Hukuka göre yasa dışı bir eylem değildir; konu böyle bir devletin tanınmasındadır. Tanınma da sabır işidir, zaman işidir, karşımızdakilerin tutumlarına bağlı bir gelişmenin gerektireceği bir iştir. 
Geçmişi yaşamış olan ve Rum-Yunan siyasetini iyi bilen, herkesin görevi,  “egemen kurucu bir devlete dayanmayan, Kıbrıs Türklerinin, kendi kaderini tayin hakkı olan iki eşit egemen halktan biri olduğunu kabul etmeyen, Türkiye’nin garantisini dışlayan bir anlaşmanın Kıbrıs Türklerinin sonu olacağını” bu kardeşlerimize anlatmak ve bunlarda ısrarın uzlaşmazlık olmadığını, tam aksine kalıcı bir anlaşma için onurlu ve kaçınılmaz bir uğraş olduğunu her fırsatta
vurgulamaktır.
Bugün Rum tarafında cereyan eden ırkçı olaylar, federal bir anlaşma istemeyen büyük bir çoğunluğu temsil etmektedir. Bu olaylar nedeni ile dış dünyaya seslenmek zorunda kalan bazı sorumlular “Rum gençliğinin ırkçı bir gençlik olduğunu” ilân etmek zorunda kalmışlardır. Bu ırkçı gençleri  “küçük, fanatik bir zümre” olarak görmek yanlıştır. 1955’lerde de EOKA, kilisenin gençlik kolu olarak harekete geçmişti. Bugün Rum tarafında yapılanları yapmakla “milli göreve” başlayan bu gençler, gizlice, köylerde ve bir kısmı da Atina’da silâh eğitimi yapmaktaydı. O günleri yakından takip eden ve gelişmeleri değerlendirerek ilgili makamlara duyuruda bulunmuş olan bizler, bugün gördüğümüz manzara karşısında ciddi şekilde irkilmekteyiz. Siyah gömlekli, ellerinde sopalar ve demir çubuklarla “yabancıları Yunan Kıbrıs’tan temizlemek”  yolundadırlar. Kıbrıs Türkleri bu “yabancıların” başında gelmektedir. 1963’de başlattıkları ve bugüne kadar sürdürdükleri “milli mücadelelerinin” hedefi “kurucu eşit egemen ortak” olarak kabul etmedikleri, azınlık olarak algıladıkları Kıbrıs Türklerini adadan çıkarmak veya bizi AB üyesi, bir Helen Kıbrıs’ta Ermeni, Maronit ve Latinler gibi “Kıbrıs halkını” oluşturan azınlıklar durumuna getirmektir. Hristofyas’ın beyanatı sarihtir: “Siyasetim Türkiye’yi adadan çıkarmak ve Kıbrıs Türkleri ile Türkiye’nin irtibatını kesmektir; federasyonu ben istemedim, önümde buldum; Türk askerinden ve garantilerden kurtulmak için federasyonu görüşmek zorundayım” sözleri 1955-58’lerle 1963’den sonraki yılları yaşayanlar tarafından gerçekçi bir şekilde değerlendirilebilmektedir. Rum cephesinde 1963’den bu yana değişen hiçbir şey yoktur; Akritas planı uygulanmaktadır ve AB üyeliği Rumları bu yolda daha da kararlı bir hale getirmiştir. Buna verilecek tek yanıt devletimize, egemenliğimize, kendi kaderimizi tayin hakkımıza, Türkiye’nin fiili ve etkin garantörlüğüne sahip çıkmaktır.
Kıbrıs meselesinin 48. yılında BM Genel Sekreterliği ve bunu destekleyen büyük ülkeler ile Kıbrıs’a ve kendi ilkelerine en büyük haksızlığı yapmış olan AB, eli kanlı, geçmişi akıl almaz cinayetlerle dolu, yalan üzerine bina ettikleri bir siyasetle “Kıbrıs Hükümeti” unvanına sahip çıkmış olan bir yarım idareyi bizim (ve Türkiye’nin) “meşru hükümet olarak” tanımamızı istemektedir. Bize bu yalanı yutturmak için paralar dağıtılmaya başlanmıştır. Bu yıl içinde yeni bir referandumla karşı karşıya kalabileceğiz. Bu halk geçmişten ders alacak mı, yoksa yine, “dünya bizi takdir etsin” diye devletimizi, egemenliğimizi, garantileri ret eden bir anlaşmaya, gözünü kapayıp evet mi diyecek? Hep birlikte göreceğiz.

Yazarın Diğer Yazıları