Oryantalist Okuryazarların Yeni Totemi: Türkiyelilik
Tarihimiz hakkında değil bütün bir değerler sistemimiz üzerinde yürütülen ağır beşinci kol faaliyetleri, asgari müştereklerimizi paramparça etmeye odaklı. Sadece tarih mi? Lisan, müzik, din, dindarlık, ahlak, laiklik, gelenekler: nevruz, yılbaşı, Türk, Türkiye, Türkiyelilik; Tarih, Osmanlı, Kayı Boyu meselesi… Tarihi şahsiyetler: Yıldırım Beyazıt, Timur, Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail ve daha yüzlerce binlerce isim, konu ve kavram üzerinde yapılan kışkırtmalar, -insanımız açısından- tam bir kör dövüşü, tam bir karanlığa kurşun atma şeklinde sürüyor ama bu işi körükleyenler nereyi hedef aldıklarını çok iyi biliyorlar.
İşin bizim tarafımızdan acı yanı, tartışmalardaki sathilik, asla haksız olamayacağını düşünen tartışmacıların neredeyse tamamındaki bilgi yetersizliği, üsluplardaki seviyesizlik hatta çirkefleşmenin ortalığı bataklığa çevirmesi. Yani artık sağlam bir satıh yok: en küçük adımında paçalarına kadar çamura bulanıyor insan. Çünkü birkaç kitap okuduktan sonra kendilerini “allameyi cihan” farz eden cühela güruhu, sosyal medya platformlarında “muharref bilgiyi” tekrarlayıp birbirine hakaret ediyorlar.
Akademik eğitim almış pek çok kişinin, yazı, sohbet, video ve diğer yayınları ise bu küstah tepişme arasında kaybolup gidiyor. En şöhretli, dünya çapında isim yapmış, sözleri saygı gören tarihçilerimiz ise maalesef espri yaptığını zanneden bazı “belden aşağıcı şakacıların” eğreti ve iğrenç alaylarıyla itibarsızlaştırılıyor.
İtibar, evet, kelimemiz bu. Bir milletin yukarıda sıraladığımız değerlerine yapılan “itibar suikastı” artık haddini, hududunu aşmış bulunuyor.
Batı değerleri karşısında finolar gibi arka ayağı üzerine yükselip, kuyruk sallayıp şaklabanlık yapan bu “karanlık şöhretler” konu Türklük, Türk kültürü, Türk insanı olduğunda birden bire hırçınlaşarak hırlamaya, havlamaya ve diş göstermeye başlıyorlar. Anadolu insanı, “Anadolu Tosunu” diye aşağılanıyor. Hatta Avrupa’dan gelip Akdeniz sahilleri boyunca barlarda sabaha kadar yiyip içip naralar atan lümpenler “Anadolu Tosunları”ndan daha yeğ tutuluyor. Tabii bu işin seviyesiz tarafıdır. Meselenin bir de diğer yüzü var ki, o da ciddi bir beşinci kol yatırımıdır: “emperyalizm hademesi bilim adamlarından” alınan destekler itibar suikastları ürpertici boyutlara ulaşıyor.
Bir ülkenin insanlarını en basit kültürel değerlerde bile anlaşamaz hale getirmenin yollarını uzun sömürgecilik tecrübelerinden edinip sistematikleştirmiş “emperyalist ajanlar”, bazen çok sonradan farkına vardığımız hatta bazen varamadığımız yaralar açıyorlar.
Türk adını “Türkiyelilik” ucubesiyle değiştirmek için yapılan ataklar da bu çerçevede çok uzun yıllar önce devreye sokuldu. Şimdi adını söyleyemeyeceğin ünlü bir yazar ve televizyoncu ile 1999’larda yolum kesiştiğinde duyduğum “Türkiyelilik” kavramını hakkında ne düşündüğümü sorduklarında tıpkı bugün Prof. Erhan Afyoncu gibi, “Osmanlıcılık-Osmanlılık” gibi işe yaramayacak bir yaklaşım olduğunu söylemiştim ama “Beyaz Türklerden” olan meşhur televizyoncumuz çok bozulmuştu. O’na Yahya Kemal’in, Paris’te Dr. Nazım’a “Türkçü olduğunu” söylediğini, buna karşılık Dr. Nazım’ın sinirlenerek Osmanlıcılığı savunduğunu ama “Devlet-i Aliyye” yerine “Osmanlı Devleti” demenin imparatorluğu kurtaramaya yetmediğini anlatmaya çalışmıştım. Nafile!
Muhtemelen bu işin en başta doğrudan bir tartışma alanı açıp siyasileşmesinin geciktirici etkisin i fark eden “kültür ajanları” konuyu kültür sanat alanına taşıyarak daha yumuşak bir geçiş hazırlamak için kolları sıvamışlardı. 2014 yılında, 51. Antalya altın Portakal Film Festival’inde “Türkiye Sineması” anonsunu duyduğumuzda birkaç arkadaş, konuşmacıyı protesto etmeye karar vermiştik. Yönetmen Ertem Göreç bu işi bize bırakmamıştı. Sahneye çıkarak, Türkiye sineması diye bir kavramı kabul etmeyeceğini, Türk Sineması kavramına her Türkün sahip çıkacağını heyecanlı bir dille anlatmıştı.
On yıllar boyunca bu “muharref kelime” her fırsatta öne çıkarılmaya çalışıldı. Başta bütün dünyanın itibar ettiği bir tarihçi, bilim, kültür ve sanat allamesi olan Prof. Dr. İlber Ortaylı Hoca olmak üzere “Türkiyelilik” ifadesinin ne kadar yanlış olduğunu anlatan âlimlerimize rağmen bataklık her gün biraz daha büyütülüyor.
Bataklığın büyümesinin en önemli sebebi, Cemil Meriç üstadın kavramlaştırdığı gibi söylersek “Batının Yeniçerileri” güruhunun sayıca her geçen gün biraz daha çoğalıyor olmasıdır diyebiliriz. Alev Alatlı’nın da aşağılayıcı isimlendirilmesiyle söylersek, beşinci kollar tarafından “devşirilmiş” insan sayısı arttıkça işimiz daha da zorlaşıyor.
Bu çerçevede her fırsatta, Batılılaşma maceramızın daha emekleme döneminde, bir tür “oryantalistleşmeye” evirildiğini her fırsatta anlatan Hilmi Yavuz Hoca’nın şu tespiti bu bağlamda çok önemli:
“Leontiyef’i dinleyelim: Kapitalist uygarlığın ilk görevlileri genellikle misyonerlerdi ve sözde yerli halkın ruhlarını kurtarmak için geliyorlardı. Kısaca önce misyonerler, sonra tüccarlar, en sonra da askerler!.. Oryantalizm, bunlara bir dördüncüsünün eklenmesini olanaklı kıldı: Oryantalist aydınlar ya da Batının kültür misyonerleri…
Emperyalizm, şimdi küreselleşme maskesi arkasında gizlenen ideolojik taşıyıcıları ile egemen olmaya çalışıyor; -oryantalist okur yarlarıyla…”