Agustina Bazterrica, Siren Yayınları’ndan çıkan Leziz Kadavralar romanında bir virüs sonrası hayvan etinin yasaklandığı ve insanların tüketim malzemesi hâline geldiği distopik bir düzen kuruyor. Her şey yasalarla, kurallarla, hijyenle meşrulaştırılmış. Tıpkı bugün raflarda gördüğümüz paketli ürünler gibi. Fakat bu kez raftaki “ürün”, bir insan.
“Bu dünyadaki tüm kötülüklerin sebebi insandır. Bizler kendi kendimizin virüsüyüz.” (Syf. 138)
Bu cümle, romanın kalbine saplanan bıçak gibi. Çünkü Bazterrica’nın distopyası aslında bir “gelecek öngörüsü” değil; bugünün aynası. Etik kavramının, tıpkı gıda gibi işlenip paketlendiği bir çağda yaşıyoruz.
BİR MEZBAHADA ÇÜRÜYEN VİCDAN
Romanın merkezinde Marcos var, bir mezbahada çalışan, işi gereği insan bedeniyle sürekli temas hâlinde biri. Yani sistemin tam göbeğinde ama içten içe çürüyen vicdanı, düzenin soğuk mekanizmasıyla çatışıyor. Onun sessizliği, bazen bir çığlık kadar sarsıcı. Çünkü Marcos, “normal” sayılan bir dünyanın içinde anormal kaldığını hissediyor.

“Uyuşturulmak ve hiçbir şey hissetmeden yaşamak isterdi. Otomatik bir şekilde hareket etmek, bakmak, nefes almak, o kadar. Her şeyi görmek, bilmek ve hiçbir şey söylememek. Fakat anılar var işte, orada duruyorlar.” (Syf. 14)
Marcos’un bu isteği aslında romanın özeti. Çünkü hatırlamak, acı çekmek demek. Sistemin istediği ise tam tersi: unutan, sorgulamayan, yalnızca tüketen bireyler.
Bazterrica’nın dili soğuk ama keskin. Cümleleri kısa, nefessiz, bazen mideye oturacak kadar gerçek. Okur olarak hem iğreniyor hem büyüleniyoruz. Çünkü anlatılan şey yalnızca bir distopya değil, bizim bugünkü sofralarımızın, alışkanlıklarımızın, tüketme hırsımızın bir yansıması.
TİKSİNTİYLE MERAK ARASINDA
Bir virüs bahanesiyle her şeyin meşrulaştığı bu dünyada, “etik” kavramı raf ömrünü doldurmuş bir ürün gibi. Romanın her sayfası, “Biz olsaydık ne yapardık?” sorusunu fısıldıyor. Ve bu fısıltı, kitabı bitirdikten sonra da kolay kolay susmuyor.
Bazterrica’nın başarısı yalnızca konusundan gelmiyor; diliyle de insanın tüylerini diken diken ediyor. Kimi yerlerde Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü’nü, kimi yerlerde José Saramago’nun Körlük’ünü hatırlatıyor. Ama onun kalemi daha vahşi, daha cesur. Çünkü anlatmakla yetinmiyor; seni o sofraya oturtuyor, tabağa bakmanı, mide bulantını bastırmanı istiyor.

BİR LOKMALIK GERÇEK
Leziz Kadavralar’ı okurken sürekli aynı ikilemle karşılaşıyorsun: Tiksintiyle merak arasında gidip geliyorsun. Okudukça kendinden utanıyor, yine de sayfayı çevirmeye devam ediyorsun. İşte Bazterrica’nın asıl başarısı burada. Okurunu hem rahatsız ediyor hem kendine bağımlı kılıyor.
Roman bittiğinde geriye yalnızca mide bulantısı kalmıyor; bir kalp sıkışması da eşlik ediyor ona. Çünkü Bazterrica’nın kurduğu dünya bize o kadar uzak görünmüyor. Belki biraz daha steril, biraz daha dürüst o kadar.
Son sayfayı kapattığında bir süre hiçbir şey yemek istemiyorsun. Ama asıl mesele açlık değil, doygunluk: insanın her şeyi, hatta kendini bile tüketecek kadar doymuş olması.