Bu gelişmelerden ne anladık?

Tam olarak uluslaşmasına müsaade edilmeyen ve bununla paralel sürekli anayasa ve rejim üzerinden siyasal olarak farklılaşan/farklılaştırılan bir ülkenin eninde sonunda geleceği nokta buydu. Çünkü milli bütünlük her seferinde birileri tarafından sabote edilmekteydi. Tarihi süreç içinde tüm siyasal farklılaşmaların arka planında yerli kaynaklardan çok Batılılar olmuştur. 
Tanzimat, bu hayranlığın çılgınlık derecesine vardırılarak, devlet eliyle toplumsal bölünmenin, siyasal farklılaşmaların, devlet krizlerinin derin yarıklarının oluşturulmasıydı. Evet, değişim gerekliydi. Kimse inkâr edemez. Ancak, yerliliği korumadan, emperyalist hayalleri doğru sanarak gerçekleştirilen değişim, toplumsal fay hatlarını tetikleyecektir.
Öyle olmadı mı?
Milliyetçi aydınlar, Türkleşmeyi, İslamlaşmayı ve en nihayetinde bütün bunlar için en temel zorunluluk olan bilimin verilerine dayalı “muasırlaşmayı” önerirken, Batı’ya hayran aydınlar ve onların izinden yürüyenler, temelden mandacılığa razıydılar.
II. Abdülhamit ülkeyi otoriter yönetiyordu. Doğru. Sertti. O da doğru. Lakin milliydi ve devletin, ülkenin ve dahası kurulu yapının özgün varlığını kurtarmak istiyordu. Bizdendi. Tarihsel kökleri temsil ediyordu ve bunun bilincindeydi. Çünkü devleti ataları kurmuştu.
Tıpkı bugünkü liberaller, bir kısım solcular ve İslamcılar gibi demokrasi, değişim, AB diye diye Erdoğan iktidarını kutsarcasına kurulu düzene saldıranlar gibi o günküler de, II. Abdülhamit’e saldırmaktaydılar. O günkü liberaller, İslamcılar, bir kısım milliyetçiler ve az buçuk solcular hayal kırıklığını öz kardeşimiz saydığımız Arnavut isyanlarından, Balkan yenilgilerinden açık ve net olarak gördüler. Bugünküler de Tayyip Erdoğan’ın en sonunda rejim bunalımı yarattığını, ’tek adam’yönetimi özlediğini ve bunu pratikte uyguladığını, asıl amacının onların sandığı gibi demokrasiyi ülkede egemen kılmak olmadığını, ‘Yeni Türkiye’ denilen yapının özünün otoriterleşme olduğunu gördüler ve yön değiştirmeye başladılar. Hâlbuki bu ülkenin sağlam damarlarını temsil eden milliyetçiler, ulusalcılar ve Atatürkçüler, aralarında kısmî düşünce farkları olsa da gerçeği önceden tespit ederek erken uyarı sistemlerini devreye soktular. Ancak ne liberaller, ne bir kısım solcular ve ne de İslamcı bir kısım mağdurlar durumu anlamak istediler.
Şimdi, başta adalet kurumları olmak üzere, siyasal, sosyal, askeri ve emniyet ve ekonomik kurumları temelden sarsılmış bir Türkiye ile karşı karşıyayız. Zihinlerinin derinliklerinde daima bir rejim hayal edenler, Osmanlı’nın son döneminde II. Abdülhamit’i düşman ilan etmişlerdi. Sonrakiler Abdülhamit olmayınca yerine Mustafa Kemal’i koydular. Dikkatinizi çekerim, II. Abdülhamit, Osmanoğulları’nın yani devlet kurucu ailenin son imparator evladıydı; Atatürk ise, III. Selim’den itibaren Osmanoğulları’nın değiştirip, çağdaşlaştırıp ebediyen var etmek istedikleri devleti, gerçek anlamda, bilimin ışığında, tarihi süzgeçlerden geçirerek dönüştüren ve bunu başaran çok daha önemlisi, yeniden yaşama şansı kazandıran hem kurtarıcı ve hem de kurucu liderdir. Şimdi, Atatürk düşmanları, yıktıkları kurumların, devlet düzeninin ve cumhuriyet değerlerinin hem gerisine düştüler ve hem de altında kaldılar.
Yıllardır “İskilipli de İskilipli” diyenler, Minyeli Abdullah romanlarıyla kendi rejimini arayanlar, “İstiklal Mahkemelerini” dillerine dolayanlar, tıpkı “II. Abdülhamit’i yıkarsak özgürlük gelir ve her şey bizim hayal ettiğimiz gibi olur” sananların yanılgısına düştüler. Demek ki neymiş; devlet içinde devlet olmazmış. Demek ki neymiş; “dindarım, Müslüman’ım” demek yetmezmiş. Demek ki neymiş; iktidar, karşısında ikinci ve üstün güç istemezmiş. Ve demek ki neymiş; Hukuk, adalet her şeyden üstün tutulmalıymış ve herkese günü geldiğinde lazımmış. Ve demek ki neymiş; Atatürk, ölçüleri doğru koymuş.. Geldiniz mi hizaya?

Yazarın Diğer Yazıları