Hoca Mesut’tan Ömer Seyfeddin’e terkipsiz Türkçe

Anadolu’da Türkçe, edebî dil niteliğini 14. yüzyılda kazanır. 13. asırda Mevlânâ ile başlayan Türkçe şiir yazma tecrübeleri Ahmet Fakih, Şeyyat Hamza, Yunus Emre ve Sultan Veled’le devam etmiş özellikle de Yunus’un şiirleriyle belli bir noktaya ulaşmıştır. Yunus Emre’nin, en girift tasavvufî meseleleri bile şiirlerinde sade ve anlaşılır bir üslûpla dile getirmesi şairlerimizi cesaretlendirmiş ve önemli konuların Türk diliyle de ifade edilebileceğine dair kamu oyu oluşmasını sağlamıştır. Diğer taraftan, Anadolu’da açılan tekkelerde toplanan halk kitlelerine şeyhlerin Türkçe ilahiler söyleme ihtiyacı duymaları ve nihayet “Bey”lerin şairleri Türkçe eser yazmaları konusunda teşvik etmeleri neticesinde Türkçe edebî bir dil vasfı kazanmıştır. Bütün bu gelişmeler doğal bir sürecin sonucu olmaktan ziyade, şuurlu bir Türkçe yazma çabasının ürünü olarak ortaya çıkmış ve bu anlamda -Fuat Köprülü’nün ifadesi ile- millî edebiyat cereyanının ilk mübeşşirlerinden biri de 14. yüzyıl şairlerimizden Hoca Mesut olmuştur. Hoca Mesut’un, baştan sona terkipsiz (tamlamasız) Türkçe ile kaleme aldığ “Süheyl ü Nevbahâr” adlı mesnevîsinde şuurlu olarak terkip kullanmadığını onun şu beyitlerinden anlıyoruz:

“Bu bir niçe beyti düzince benüm//Hacâletden eridi yaru tenüm//Ki bir ehl kişi eger okıya//Rekîkini anlaya vü kakıya//Diye hîç terkîb bilmez imiş//Söz içinde tertîb bilmez imiş”

Terkipsiz yazma geleneğinin mesnevî edebiyatından sonra hüsniyat şiirinde de (lâdîni:profane) şuurlu olarak devam ettirildiğini görüyoruz. Bu vadide adı ilk zikredilmesi gerekenlerden biri de şair ve devlet adamı Sâfî/Cezerî Kasım Paşa’dır.  “Divanı”ndan aldığımız:

 “Sen meleksin key sakın uyma rakîbün sözine//Âdemün hâlin bilürsin bakma şeytândan yana”, “Sana sengîn dil disem gönlüne katı gelmesün//Taşlara kâr itdi âhir kılmadı şâhum sana”, “Bu gamze ile la’lün-içün kanuma girme//Düşmen sözi_ile âşıkı öldürmegil ey dost”, “Aylar geçer cemâlüni bir gün göremezem//Yâ Rab ne baht olur bu ne vaktsüz sitâredür” gibi nice beyit ve mısra Sâfî’nin de 15. yüzyılda terkipsiz Türkçenin savunucularından olduğunu gösterir. (Bu konuda daha geniş bilgi, Hakan Sevindik ile -Türkiye ve Mısır nüshalarını karşılaştırarak- birlikte hazırladığımız ve basım aşamasında olan “SÂFÎ DİVÂNI” nda yer almaktadır.)

Terkipsiz Türkçenin bir başka savunucusu da Aydınlı Visâlî’dir. Ancak Aydınlı Visâlî, terkip kullanmamayla yetinmeyerek Arapça ve Farsça kelime de kullanılmaması gerektiğini savunmuştur. Tatavlalı Mahremî ve Edirmeli Nazmî’nin de sade Türkçe taraftarı şairler olduklarını biliyoruz.

18. yüzyıldan itibaren iyiden iyiye hissetmeye başladığımız mahallîleşme akımı da yine bu sade ve terkipsiz Türkçe mücadelesinin bir başka tezahürüdür.

Üzülerek belirtelim ki bu mühim çabalar yeterli destek görmediği için büyüyüp gelişememiştir. Fakat kanaatimizce sade Türkçe ideali, külün içindeki kor misali Türk ruhunda her zaman için var olagelmiştir.

20. yüzyıl başlarında Ömer Seyfeddin’in meşhur  “Yeni Lisan”  makalesindeki  “Arabî ve Fârisî kâideleriyle yapılan bütün terkipler terk olunacak”  sözü terkipsiz Türkçe mücadelesinde bir dönüm noktası olmuştur. Gerçekten de terkipler (Arapça-Farsça tamlamalar) kalkınca kısa sürede Türkçemiz sadeleşmiş, ağdalı dilin yerini güzel Türkçe almıştır.

Sözün özü; bugün konuşup yazdığımız güzel Türkçeyi Hoca Mesûd’un başlattığı ve Sâfî, Visâlî, Mahremî, Edirneli Nazmî gibi şairlerin devam ettirdiği ve nihayet Ömer Seyfeddin’in  “terkipleri kaldırırsak dil sadeleşir”  diyerek son noktayı koyduğu terkipsiz Türkçe mücadelesine borçluyuz. Türkçenin bu adsız gazilerini rahmetle anıyoruz. Ruhları şad olsun...

Yazarın Diğer Yazıları