Seç birini, Avrasyacı mısın Atlantikçi mi?

Türkiye’de siyaset böyle işliyor. Dayatmanın adı; tarafını seç. Hiç birinden olmasam olmaz mı?

Mümkün değil. İlla birini seçip taraf olacaksın.

Kendim olsam?

Kesinlikle olmaz.

Gerileme döneminden itibaren benim ülkemde dış siyaset genel olarak böyle yönetiliyor. Özellikle Osmanlı’nın son döneminde Avrupalılar baktılar ki, 93 Harbinde Ruslar Türkleri yenmiş ve ta başkent İstanbul’a kadar gelip durmuş, anladılar ki, Osmanlı artık “Hasta adam.”

Ne yapacaklar?

Paylaşacaklar.

Yaklaşmakta olan bir yıkımın ilk işareti buydu.

Bu arada yıkılmakta olan devleti yönetenler, dış borç ile devleti kapitalizme bağımlı hâle getirdi. Kırım Savaşı ile daha da sıkıntıya düşen devletin ekonomisi zaten büsbütün sarsıldı.

Ülkenin ihtiyaçlarını karşılamak, orduyu düzen içinde tutmak için ister istemez para lazım.

Uzatmayayım, borç ekonomisi sonunda iflasla bitti. Ve hâliyle düşman aradığı fırsatı yakalamanın keyfi ile politik stratejisini kurdu.

Osmanlı’yı yönetenler, kiminle birlik olursak devletimizi kurtarırız diye düşündüler. Bir İngiltere’ye, bir Almanya’ya, bazen Rusya’ya yanaştılar.

Derken Yunanistan’a Türkiye’yi işgal etme fırsatı verdiler. Ve ordusu dağıtılmış bir millet, yeniden organize oldu, ordu kurdu ve kendini kurtardı.

Sonra?

Sonra, yeni dünya düzeni kuruldu. İki kutuplu bir dünya. Solda Rusya ve Varşova paktı, sağda Amerika ve NATO.

Demokrasi ile sosyalizmin askerî paktlarıydı bunlar.

İki kutuplu dünya düzenini, kutupları yönetenler, ülkeleri kendi arasında paylaşarak kurdular. Türkiye, Avrupa’nın da desteğiyle ABD’nin hissesine düştü. Çünkü Rusya, Avrupa’nın yarısını işgal edip, demir perdenin içine almıştı. Avrupa, gerisinin geleceğinden korktu ve bunu önlemenin yolunun Türkiye’den geçtiğini anladı.

Daha sonra?

Daha sonra, Türkiye’de ABD faaliyetleri hızlandı. İkili anlaşmalar yapıldı. NATO’ya girdik. Nasıl ki Rusya, işgal ettiği ülkeleri tüm mal varlığı ile yutuyorsa, ABD’de, ikili anlaşmalarla ülkenin can damarlarına sızıyor ve kendi yöntemiyle örümceğin ağını örüyordu. Sonuçta, her iki blok, kendi yöntemleriyle, hegemonyasını kurmaktaydı.

1991’den sonra iki kutuplu dünya düzeni sona erdi. Rusya’nın kontrol ettiği ülkelerin çoğu bağımsızlığına kavuştu. Ancak, o ülkeler üzerinde hâlen daha Rus etkisi sürüyor.

Türkiye’de de Amerikan etkisi sürüyor. Öyle ki daha AKP kurulmazdan evvel kurucu lider, ABD’de pek çok merkezle temas kurup, destek arayışında bulunmadı mı?

Bulundular.

Bu konuda kitaplar yazıldı. Haberler yapıldı. Arandığında yüzlerce doküman bulmak mümkün.

Şimdiye, bugüne gelirsek, ABD; PKK ve PYD konusunda Türkiye’nin karşısında konumlandı. Hatta hedefinde Türkiye’nin bütünlüğü olan bu yapıya, hem siyasi, hem askerî ve hem de stratejik destek vermeyi sürdürüyor. Durum böyle olunca, Türkiye’den birileri her zaman olduğu gibi “tarafını seç” politikasına yöneldi.

İçinde Rusya ve Çin’in olduğu Avrasyacı mısın, yoksa ABD ve AB’nin yanında NATO’cu musun?

İçinde bulunduğumuz bu fotoğrafa, bütüncül tarih perspektifiyle baktığımız da, gördüğümüz şey nedir?

Geçmişi bugüne taşımak.

Tıpkı tarihsel geçmişimizdeki gibi kendimizi tehlikede görüp, bundan kurtulmak için birinin kanatları altına girmemiz gerektiğine inanıp, ona yanaşmak fikri.

Hani tam bağımsızlıkçıydık?

Efendim konjonktür böyle.

Tıpkı geçmişteki gibi mi?

Dış borç yükümüz de aynen geçmişteki gibi gittikçe artıyor.

Tam bağımsız olmak Türk’ün karakteri olmasa, tarih galiba tekerrür edecek. Ne dersiniz?

Yazarın Diğer Yazıları