İslamî havayı kaybetmek istemeyen, bu manevî havayı teneffüs etmeye devam etmek isteyen müslümanlar, toplantılara Kur’an okuyarak başlamayı gelenek haline getirmişlerdir. Besmeleyle bir işe başlamak gibi birşey olmuştur. Ancak bu işlemin düşündürücü tarafları bulunmaktadır. Eğer bu işi, ne olduğunu, ne yaptığımızı bilmeye ihtiyaç duymadan, kutsal bir şeye dokunarak bir tekrardan ibaret görmüyorsak, bir maksat için yapıyorsak, yaptığımızı düşünmemiz, anlamını bilmemiz gerekir. Bu güzel geleneği bırakmayalım ama, amacına uygun hale getirelim diyoruz. Amaç, Kur’an’ın mesajını bilmek, Kur’an’dan öğüt alarak işe başlamak ise buna göre hareket etmelidir. Kur’an, kendi ifadesiyle bir öğüt değil midir? Öğüdü tutmak, gereğini yapmak için anlaşılması gerekmez mi? Müslüman olan her millet veya milletin içindeki müslüman kesimler, kendi bildiği, konuştuğu, anladığı dilde hareket etmelidir. Türk ise Türkçe, İngiliz müslüman ise İngilizce, Fransız müslüman Fransızca v.s. bunu yapmalıdır. Bu din, yalnız Araplara, yalnız Arap-Türk-İranlılara gelmiş değildir. Kur’an, diğer kavim ve dillerine aktarılmaya engel olmak şöyle dursun, bunu teşvik eder. Kur’an’ın iniş sebebi ve bu konudaki ilkesi bellidir: “Anlaşılsın diye” “Ona uyulsun diye” “Anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur’an kıldık.” (Zuhruf, 3). Vahyin geldiği peygamber, Arapça bilip Arapça konuştuğu, ilk muhatap kavim Arap olduğu için Arapça gelmesi son derece doğaldır. Daha önce çeşitli peygamberlere gelen vahiyler, o peygamberlerin dilinde idi. Kur’an der ki: “Eğer onu yabancı dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki, ayetleri açıklanmalı değil miydi? Yabancı dilden Kitap olur mu? De ki: O inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır...” (Fussılet, 44). Peki Arap olmayan kavimlerden müslüman olmuş veya olmak isteyen biri, Kur’an’ın dediği gibi dese, “bu yabancı bir dilden Kitap nasıl olacak, ayetleri nasıl anlayacağım, bana açıklanmalı değil mi, mesaj ve öğüdü anlamam için ne dediğini anlamam gerekmez mi? Ona ne diyeceğiz? Önümüzde iki yol vardır: Ya, müslüman olmak isteyenleri Araplaştıracaksınız, ya da ayetleri o kavmin diline çevireceksiniz. Tercüme deyin, meal deyin, adına ne derseniz deyin. Tartışmalar bitmez, bitmedikçe de olduğunuz yerde kalırsınız. Müslüman yapalım derken başkalaştırmak gereksizdir. Allah’ın iradesine ve hikmetlerine de aykırıdır (Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Yûnus, 99; Rabbin dileseydi, bütün insanları tek bir ümmet yapardı... Hûd, 118). Ayrıca, “bu olmadan olmaz” gibi düşünmek, İslamın aczini ifade eder. İslam ve Kur’an, her dilde ve her insana hitap edebilme kudretinde değil midir? Böyle bir özellikten mahrum mudur? İslam evrensel değil midir? Kur’an her insana hitap etmez mi? Elbette bütün insanlara hitap eder ama yine de hitap ederken öne çıkardıklarına bakalım:
- Geri zekalılara değil, aklını kullananlara, anlamak isteyenlere. Geri zekalıları, akıllıların himayesine almayı sağlamıştır.
- Cahil de olsa uyanmak ve bilmek isteyenlere (De ki: Rabbim! İlmimi arttır.
Tâhâ, 114).
- Duyu ve duygularının esiri olanlardan önce, düşünenlere.
- Sürüye değil, kimlikli ve kişilikli fert ve toplumlara. Yerine göre atalarını bile kınayanlara.
- Ömür boyu uyuyanlara değil, uykuyu uyanıklık için kullananlara.
- Geleneklerin esiri olanlara değil, sahibi olanlara ve anlamlandıranlara.
Kur’an, ne dediği anlaşılmadan, sürekli tekrar edilen, öpüp başa konacak, yüksek bir yerde muhafaza edilecek kutsal bir süs eşyası değildir. Elbette ona haricen de saygı gösterecek, diğer nesneler gibi bir yere atılacak bir şey olmadığını müdrik olacağız. Ona sıradan bir muamele yapmayacağız. Böyle bir tavır, inançsızlığımızı ifade eder. Nimetlere de saygı gösteririz, rasgele yerlere koymayız, ama sonuçta onlardan faydalanırız, vücudumuza gıda yaparız. Kur’an-ı da ruhumuza gıda yapacağız. Ona sadece kutsal bir eşya gibi davranmayacağız. Yegâne kutsal olan Allah’ın Kelamı olduğu için kutsaldır. Nesnelere izafi olarak atfettiğimiz kutsallık gibi değildir. Nesnelerde kutsallık yoktur. Bunlar izafi (görece) kutsal telakki edilebilirler. Bayrak kutsaldır, Kâbe kutsaldır gibi. Ancak şunu tekrar edelim ki, Kelamın kutsallığı, onu anlamak istememize perde değildir.
Kur’an-ı herhangi bir dile çevirmek, Kur’an’ın orijinaline zarar vermek değildir. Böyle bir şey düşünülebilir mi? O hem yazılı olarak, hem ezberlenmiş bulanarak garanti altındadır. Bazı insanların hafızalarında mevcuttur. Orijinalini ortadan kaldırıp, onun yerine tercümelerini geçirip orijinali unutturmak gibi kötü niyetlileri ki bu bir çeşit İslam düşmanlığıdır, hariç tutarsak, tercüme veya meal adını verdiğimiz kendi dilimizdeki anlamı, başvuracağımız zorunlu bir iştir. İlmî çalışma yapmak için, daha iyi anlamaya kaynaklık etmeye devam etmek için, orijinalinin muhafazası şarttır. Din eğitiminin bundan ibaretmiş zannedilerek her müslümanın onu ezberlemesini zorlamamak kaydıyla, istekli kimselerin ezberlemesi de muhafaza için gerekliliktir. Fakat Kur’an’ın sadece sayfalarda yazılı ve hafızalarda ezber kalması ne kadar önemli olursa olsun, sadece burada kalmak, yani belgeyi yalnızca muhafaza edip tekrarlamak, müslümanın ve İslam dünyasının sorunlarını çözmez. Şimdiye kadar çözmediği gibi. Anlamayı, düşünmeyi, incelemeyi, yorumlamayı gerçekleştirebilmek için, Kur’an’ın sürekli vurguladığı o “aklı kullanmayı” devam ettirmek, ibret almak, öğütleri dinlemek zorundayız. Unutmayalım: Kur’an “...ne kadar az düşünüyorsunuz!” der (Mü’minûn, 58).
Başa dönerek soralım: Toplantılarda Kur’an’la başlamak istiyorsak ne yapmalıyız? Okuduğumuz kısmın kendi dilimize aktarılmış şeklini ilave etmeliyiz. Sadece tercümesini/mealini okuyup, geleneği buna göre oluşturursak olmaz mı? Olmasına olur da, tercümeler Kur’an sayılır mı, Kur’an mı okumuş oluruz gibi tartışmalara yol açacağı mukadder bir ezber bozmaya cesaret edelim mi, sizlerin iz‘anına bırakıyoruz.