Türkiye siyasetinin son yirmi yılına dair yapılan değerlendirmelerde sıkça rastlanan bir hata, iktidarı hâlâ kurumsal bir parti yapısı çerçevesinde ele almaktır. Oysa Türkiye’deki mevcut iktidar pratiği, klasik anlamda bir parti-devlet ilişkisini aşarak kişiselleşmiş bir otoriter rejime doğru evrilmiştir. Bu bağlamda, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının analizinde hâlâ "parti politikası" gibi kavramlarla değerlendirme yapmak, meseleyi kavramsal olarak eksik bırakmaktadır.

AK Parti'nin, kuruluş yıllarındaki kurumsal kimliğini büyük ölçüde yitirmiş olması, siyasal iktidarın partiden ziyade Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan şahsında toplandığını göstermektedir. Parti içindeki hizipler, görüş ayrılıkları ya da lider dışı figürlerin siyasi etkisi, uzun zamandır sembolik düzeye indirgenmiştir. Bu durum, klasik Weberyen anlamda bir karizmatik liderliğin mutlak tahakkümüne işaret ederken, aynı zamanda devletin kurumsal yapısının da bu karizmatik kişilik etrafında yeniden şekillendiğini göstermektedir. Siyasal bilimler literatüründe bu durum sıklıkla “kişi-devleti” olarak tanımlanır.

Bu yapıda, bakanların yahut parti yöneticilerinin kimlikleri ve fikirleri, yürütme mekanizmasında anlamlı bir farklılık yaratmaz. Yeni politikaların ortaya çıkışı ya da mevcut uygulamalarda değişiklik yapılması doğrudan Cumhurbaşkanı’nın inisiyatifine bağlıdır. Bu, yalnızca bir hiyerarşi meselesi değil, aynı zamanda politik yaratıcılık ve alternatif fikir üretimi konusunda kurumsal cesaretin tahribatına işaret eder.

Örneğin Anıtkabir ziyaretlerinde atılan “Reis” sloganları yalnızca Erdoğan için bireysel bir sadakat gösterisi değil, aynı zamanda kurucu figür Mustafa Kemal Atatürk'e yönelik sembolik bir meydan okumadır. Bu tür davranışlar, siyasal kültür açısından değerlendirildiğinde, devletin kurucu ideolojisi ile mevcut otoritenin meşruiyet kaynağı arasındaki gerilimi açıkça ortaya koyar. Bu noktada herhangi bir mezar ziyaretinde ses yapmanın saygısızlık olarak algılandığı bir kültürde kurucu liderin kabrinde Erdoğan lehine slogan atmak çok ciddi bir saygısızlıktır.

Benzer şekilde, "Mustafa Kemal’in askerleriyiz" sloganının hedef alınması da bu ideolojik çatışmanın semptomlarından biridir. Bu slogan, Erdoğanizm açısından yalnızca geçmişe ait bir bağlılık değil, aynı zamanda mevcut liderliğe yönelik bir mesafe, reddetme ifadesi olarak okunmakta ve bu nedenle tehdit olarak algılanmaktadır.

Bu noktada dikkat çekici olan husus, Erdoğanizmin doğrudan adlandırılmamış bir ideoloji olmasıdır. Ancak tıpkı Kemalizm’in zamanla kurumsallaşarak bir devlet ideolojisine dönüşmesi gibi, Erdoğanizm de özellikle 2017 Anayasa değişikliği sonrası oluşan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile birlikte yarı-resmî bir siyasi çerçeveye evrilmiştir.

Bu çerçevede Erdoğanizmin, yalnızca Kemalizm karşıtı bir pozisyondan değil, aynı zamanda onun yerini alma arzusuyla hareket ettiği söylenebilir. Böylece Erdoğanizm, Türkiye’nin modernleşme projesinin laik, seküler ve merkeziyetçi yapısına alternatif olarak muhafazakâr, İslamî referanslara dayalı ve kişisel sadakate yaslanan bir yönetim tarzı önermektedir.

Bu durum, Türkiye'de siyasal rejimin niteliğine dair tartışmalarda da yeni bir dönemi işaret etmektedir. Kurumsallığın yerini sadakatin, rasyonel-bürokratik işleyişin yerini kişisel karar alma süreçlerinin alması; yalnızca demokrasinin niteliğini değil, devlet-toplum ilişkisinin yapısını da dönüştürmektedir.

Sonuç olarak, AK Parti’yi Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan ayrı düşünmek, mevcut rejimi kavramakta ciddi bir yanılgı doğurur. Parti yapısının içi boşaltılmış, karar süreçleri kişiselleştirilmiş ve siyasal aidiyet, ideolojik bağlılıktan çok lidere sadakatle tanımlanır hale gelmiştir. Erdoğanizmin Kemalizm karşısında konumlanışı da bu dönüşümün en görünür ideolojik tezahürlerinden biridir.

Kurucu liderler ile dönemsel siyasi liderlerin kıyaslanması meselesi, siyaset bilimi açısından sadece teknik bir tartışma değil, aynı zamanda tarihsel bilinçle de doğrudan ilişkilidir. Literatürde genel kabul gören bir yaklaşıma göre, kurucu figürler sadece bir yönetim biçimini değil, aynı zamanda bir ulus fikrini ve toplumsal sözleşmeyi de inşa eden aktörlerdir. Onların liderliği, kriz anlarında ortaya çıkan ve mevcut düzenin sınırlarını aşan yapısal müdahalelerle şekillenir. Buna karşılık, günümüz siyasi liderleri, genellikle mevcut rejimin çerçevesi içinde hareket eden, kurulu düzenin sınırları içinde politika üreten figürlerdir. Bu bağlamda, Mustafa Kemal Atatürk ile Recep Tayyip Erdoğan’ı aynı düzlemde değerlendirmek yalnızca metodolojik bir hata değil, aynı zamanda tarihsel bir anakronizm yaratır. Zira biri modern Türk ulusunun kurucu öznesi, diğeri ise mevcut siyasal sistemin içinde, fakat onu dönüştürmeye çalışan bir aktördür. Aralarındaki fark sadece dönemsel koşullardan değil, liderliklerinin doğasından da kaynaklanır. Bu nedenle bu tür karşılaştırmalar, çoğu zaman daha çok ideolojik bir ihtiyaçtan doğar; analitik derinlikten değil.

Bu bağlamda, Erdoğanizm’i yalnızca bir siyasi lider kültü olarak görmek eksik olur; ancak onu Kemalizm gibi tutarlı ve ilkesel bir ideoloji olarak tanımlamak da güçtür. Erdoğanizm, zaman içinde muhafazakâr demokrat, milliyetçi-muhafazakâr ya da ümmetçi çizgiler arasında salınmış; her seferinde o anın siyasal ihtiyaçlarına göre pozisyon almıştır. Milliyetçiliği “ayaklar altına aldığını” söyleyen bir liderin yıllar sonra etnik vurgularla “Türk, Kürt, Arap” birlikteliğini dile getirmesi; önce çözüm süreci sonra milliyetçi ittifakla yön değiştirmesi, bu pragmatizmin örnekleridir. Bu yönüyle Erdoğanizm, fikirsel bir tutarlılıktan çok, Erdoğan’a duyulan sadakatin ideolojik bir adı hâline gelmiştir. İşte tam da bu nedenle, Erdoğanizm, karşısına aldığı Kemalizm gibi rasyonel temellere dayanan, ilkesel ve kurumsallaşmış bir düşünce yapısıyla asla denk konumlanamayacak; onun yerini alamayacaktır.