Bir lâ-dinîden din savunması! (2)

48 yıl önce 11 Aralık 1975’te kaybettiğimiz Nihal Atsız’ın din anlayışı üzerinde duruyoruz. 29 Ekim 2023’te 83 yaşında hayatını yitiren büyük oğlu Yağmur Atsız, babası için -dün verdim- “lâ-dinî” demişti:

“Atsız Müslüman olarak tanımlanamazdı ama Şamanist mamanist de değildi. Onun bu mevzûdaki konumunu bence en iyi ‘lâ-dînî’ olarak tavsîf etmek yerinde olur. Evet, ‘Semâvî Dinler’le pek başı hoş değildi ama ‘tanrıtanımaz/ateist’ de değildi.”

Dinsizdi, değildi demenin bir mantığı yok. Neyi işliyor -savunuyor demiyorum- ona bakmalı:

"Hiç şüphe yok ki, Türklerin dini müslümanlıktır. Eski dini­miz olan şamanlıktan da bazı unsurlar katarak bir Türk müslümanlığı hâline gelen bu din, on yüzyıldan beri bizim millî dinimiz olmuştur. Bununla beraber Türk olmak için, mutlaka müslüman olmaya lüzum yoktur. Çünkü bugünkü Türkler arasında birkaç yüz bin şaman, birkaç yüz bin hristiyan ve hattâ birkaç bin musevî Türk (Karayımlar) de var­dır. Din ayrılığı yüzünden bunları Türklükten çıkarmaya hakkımız yoktur. Zaten hristiyan Türkler olan Gagavuzların Türkiye'de yerleşenleri, çoğunlukla müslüman olmuşlardır. Onlar bunu Türklüğün vazgeçilmez bir şartı saydıkları için yapmışlardır." (“Veda”, Orkun, S. 68, 18 Ocak 1952).

Bütün mekteplerin imam hatipleştirilmek istendiği bir dönemdeyiz.

Atsız, imam hatip okullarının gerekliliği üzerinde dururken, zamanımızda imam hatipleştirmenin “din” içinden “din” çıkarmaya varacağını elbette hesap edemezdi! İmam hatiplere övgüsü:

“Türkiye’de öğrenci vasfına lâyık topluluk bir dereceye kadar İmam-Hatip Okullarında var. Dinî inançla birlikte eski bir Türk terbiyesini sakladıkları için bu çocuklarda bir üstünlük derhal göze çarpıyor. Bunlar dinî bilgilerle birlikte çağdaş bilimleri de öğrenerek yetiştikten ve halka hitap etmeye başladıktan sonra Türkiye’nin manzarası değişecektir. Eski hocalar ‘milimetre’nin ve ‘Venezuela’nın ne olduğunu bilmeyecek kadar cahildiler. Arapçayı da bilmiyorlardı. İmam-Hatip Okulları öğrencileri seçkin ve millî şuurlu öğretmenler elinde yetişirse yurt için büyük kazanç olur. Atatürk medrese ve tekkeleri kapattığı zaman bir Yüksek İslam Enstitüsü açsaydı şimdiye kadar yetişmiş olacak olan birkaç bin aydın din adamı Diyanet İşlerinin başında ve sıra görevlerinde bulunur, ‘radyonun içinde melekler vardır; konuşan onlardır’ diyen Kürt Sait gibi karacahil yobazların ardından binlerce gafil Türk gitmezdi.” (Atsız, “Konuşmalar 1”, Ötüken, S. 40, Nisan 1967).

***

Komünizmi milliyetçilik ve din durdurabilir, diyen de Atsız’dır.

Atsız, Müslümanlığı “millî enerji ve savunma kaynağı” olarak görmüştür. Mustafa Kemal Atatürk’ün çevresinde yer alan birtakım aydınların Hristiyanlığı bile teklif ettiklerini belirtir:

“Komünizm ya milliyetçilikle, ya da dinle durdurulabilirdi. Bunların ikisini birden kullanmak şüphesiz daha akıllıca olurdu.

Bizim milliyetçiliğimiz Türkçülüktü. Fakat Halk Partisi, altı oktan biri milliyetçilik olduğu halde nedense ‘Türkçülük’ten ürküyordu. Bu yüzden Türk Ocakları kapatılmıştı. Halk Partisi’nin kendisine göre acayip bir milliyetçiliği vardı.

Din ise halkın ruhuna işlemiş bir kuvvet olmak bakımından büyük bir millî enerji ve savunma kaynağı olabilirdi. Fakat Halk Partisi laiklik ilan etmiş olduğundan kendisini tamamıyla dinin dışında, hatta dinsiz hissediyordu.

Halk Partisi’nin en büyük hatalarından biri budur. Medreseler kapatıldığı, tekkeler kaldırıldığı zaman yüksek bir ilâhiyat enstitüsü veya fakültesi açılarak memlekette kültürlü, doktora yapmış, Batı dillerini bilen, felsefe öğrenmiş din adamları yetiştirilseydi Türkiye’nin bugünkü manevî durumu bambaşka olur ve bugün din bilgini diye ortalığı kaplayan bilgisizler, gülünç hezeyanlarını savuramazdı.

Mustafa Kemal Paşa gençliğinde tekkelere devam etmiş, zikretmiş, fakat oradaki ahlaksızlığı görerek soğumuştu. Kendisi, zannederim, Allah’a inanıyordu. Fakat etrafında, kendisine Hristiyanlığa girmemizi telkin eden bir zümre vardı. Bunlar İsviçre ve Fransa’da yüksek öğrenimlerini yapmış, fakat ne Birinci Cihan Savaşına, ne de Kurtuluş Savaşına katılmış olan hem yurtsever, hem de dalgacı aydınlardı.

Bunlar korkunç bir aşağılık duygusu içindeydiler. Ya bu aşağılık duygusunun tesiri, yahut da vicdanî kanaatleri ile dinsizdiler. Medeniyet ve teknik bakımından bizi çok geçmiş olan Batı’nın, geçmişteki kuyruk acıları ve süregelen Hristiyanlık taassubu dolayısıyla Türklüğü yaşatmayacağına; aralıksız 12 yıllık dört savaştan çıkmış olan yıkık, yoksul, bilgisiz, hastalıklı ve seyrek nüfuslu Türkiye’nin dışardan büyük yardım görmezse yok olacağına inanıyorlardı. Onlara göre, yok olmamak için Hristiyanlığı kabulden başka çare yoktu. (…)

Buna karşılık komünist bir zümre de dinsizlik telkini yapıyor, her türlü dinin ilerlemeği baltaladığını isbata uğraşıyordu. Bunlar Türkçülüğün de devleti batıracak bir macera düşkünlüğünden başka bir şey olmadığını sinsi sinsi yayıyorlardı. İttihat ve Terakki Fırkası, Turanı alacağım diye memleketi batırmıştı. Türkiye’nin böyle ikinci bir deneme geçirmeğe tahammülü yoktu.” (Atsız, Çanakkale’ye Yürüyüş/Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri, 2003)

Ayasofya Camisi’nin açılıp açılmaması tartışması zaman zaman alevlendi ve Ayasofya nihayet camiye dönüştürüldü.

Atsız, Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesini kabullenememiştir. Cami olarak tekrar açılmasını istiyordu. 1953’te İstanbul'un Fethi'nin 500. Yıldönümü dolayısıyla talebelerin­den bir grup gencin Türkçünün Fetih Yıllarını Aydınlatma Derneği kurmala­rına destek olmuştur. Gençlerle beraber İstanbul'un fethiyle ilgili Ayasofya'da yapılacak olan bir gös­terinin fikir babası idi. (Ayrıntı için: Nergishan Tekin, Nihal Atsız, Kariyer Yayınları)

***

Yeni Türk Edebiyatı sahasının ünlü hocalarından Prof. Dr. Ömer Faruk Akün, TDV İslâm Ansiklopedisi’nde, “Atsız, Hüseyin Nihal” maddesinde şu değerlendirmede bulunur:

“Atsız'ın İslâmî kanaat ve saygıya ters düşen düşüncelerinde, her şeyi mutla­ka Türk asıllı olmak, dışarıdan gelme­yip doğrudan doğruya Türklüğün kendi bünyesi ve mazisi içinden çıkmak ölçüsü ile değerlendirmek gibi bir zihniyetin ro­lü vardır. Onun din konusundaki ifade­lerinde bir dengeden söz edilemez. Gö­rüşlerinde zaman içinde birtakım inişler çıkışlar gösteren Atsız, bütün bunlara rağmen milleti yapan unsurlardan biri­nin din olduğunu söylemekten geri kal­mamış ("Veda", Orkun, nr. 68, 18 Ocak 1952), Allah inancının ise Türk cemiyeti­nin temel direklerinden birini teşkil et­tiğini önemle belirterek memleketimiz­de Allah fikrini yıkmak isteyen telkin ve tertiplere şiddetle karşı çıkmıştır ("Pro­paganda", Altın Işık, nr. 3, 15 Mart 1947, s. 3-4). Onun şiirlerine kadar yazı ve eser­lerinde kendisini yaygın bir şekilde his­settiren Allah inancı ile karşılaşıldığı da görmezlikten gelinemeyecek bir gerçektir.” (C. IV, Ankara 1981)

***

“İslâmcı” Haksöz’de Abdurrahman Güner’in “Nihal Atsız: Tanrı Dağı kadar ırkçı, Hira Dağı kadar İslam düşmanı”, “Şamanizm’den deizme Atsız’ın ırkçı ideolojisi” başlıklı yazılarının dipnotunda Ahmet Doğan İlbey’in “Şamanizmden deizme evrilen bir Türkçü: Nihal Atsız” yazısını görünce, hafızamı yokladım. Ahmet Doğan’la arada yazışırdık. Uzun zamandır haberleşmiyoruz, dedim. Evi Kahramanmaraş’taydı. Meğer, 6 Şubat 2023’te saat: 04.17'de Kahramanmaraş’ta meydana gelen depremde eşi Hatice Doğan’la birlikte enkaz altında kalmış. Çok ama çok üzüldüm. Her ikisine de Allah’tan rahmet diliyorum.

Yazarın Diğer Yazıları