Yapay zekâ, hayatımızın hemen her alanına sızdı: tıp, eğitim, ulaşım, adalet ve hatta bireysel kararlarımızı etkileyen sosyal medya algoritmaları bile birer yapay zekâ ürünü. Ancak bu sistemler, sadece verileri işlemekle kalmıyor; artık kararlar veriyor, önerilerde bulunuyor ve zaman zaman insanların hayatını etkileyebilecek kadar kritik roller üstleniyor. Peki, bu kararlar ne kadar “doğru”? Ve daha önemlisi, “doğruluk” neye göre tanımlanıyor? Bu noktada etik, yani ahlaki değerler devreye giriyor. Fakat insanlar için bile zor olan etik karar verme süreci, bir makineye nasıl öğretilmeli?
Etik, yüzlerce yıllık felsefi tartışmalara konu olmuş, toplumdan topluma, bireyden bireye değişen bir kavram. Ancak algoritmalar söz konusu olduğunda, bu değişkenlik sistematik karar mekanizmalarıyla çelişiyor. Bir yapay zekâ sistemi, binlerce örnek veriyi analiz ederek “en iyi” sonucu üretmeye çalışıyor. Ama bu “en iyi” neye dayanıyor? Mesela bir otonom aracın kaza anında kimi kurtaracağına karar vermesi gerekiyorsa, bu kararda hangi ahlaki sistem geçerli olacak? Faydacılık mı, deontoloji mi, yoksa tamamen istatistiksel bir olasılık hesaplaması mı? Üstelik bu karar anlık veriliyor ve geri dönüşü yok. Hangi hayatın daha değerli olduğuna kim, nasıl karar verecek?
Bu sorular, sadece teknik uzmanlık alanlarının çözebileceği meseleler değil. Toplumsal, hukuki ve bireysel boyutları da olan çok katmanlı sorunsallar. Etik kodların bir yapay zekâya entegre edilmesi, geliştiricilerin kendi ahlaki değerlerini evrensel bir norma dönüştürmesi anlamına gelebilir. Bu ise, teknolojiye gizli bir ideolojik yönlendirme katmanı ekler. Yani bir bakıma, algoritmalar yalnızca hesap yapmıyor; aynı zamanda kültürel ve ideolojik bir duruş da sergiliyor olabilir. Japonya’daki bir robot ile Avrupa’daki bir yapay zekânın verdiği kararların aynı etik zeminde olması mümkün mü?
Ayrıca verilerle yoğun şekilde beslenecek bu sistemler, geçmişteki önyargıları yeniden üretebilir. Örneğin, daha önce erkeklere daha yüksek maaş öneren bir algoritma, bu örnekleri veri olarak aldıysa aynı hatayı tekrar edebilir. Adli karar sistemlerinde yapay zekâ kullanımının, etnik ayrımcılığı yeniden ürettiği bilinen bir gerçek. Bu, algoritmaların “ahlaki” kararlar vermesinin, verinin kendisinin tarafsız olmaması durumunda nasıl tehlikeli olabileceğini gösterir. Yani algoritmaların yanlış karar vermesi için kötü niyetli yazılmış olmaları gerekmez; yanlış verilerle eğitilmiş olmaları yeterlidir. Dahası, bu hatalar çoğu zaman fark edilmeden sistematik hâle gelir ve ciddi toplumsal zararlar doğurur.
İşin bir diğer boyutu da, yapay zekânın kararlarından kimin sorumlu olacağıdır. Etik bir karar hatası, geliştiriciye mi, kullanıcıya mı, yoksa yapay zekânın “bağımsız” algoritmasına mı aittir? Bu sorumluluk zinciri flu kaldıkça, sistemlerin hesap verilebilirliği de azalır. Bir karar yanlış çıktığında, sorumluluğu üstlenecek bir merci yoksa, güven inşa etmek de zordur. Bu nedenle, sadece “doğru karar” veren sistemler değil; aynı zamanda şeffaf, denetlenebilir ve sorgulanabilir yapay zekâlar gereklidir. Kod satırlarının satır aralarında, insanların hayatlarını etkileyen etik tercihlerin izi okunabilmeli.
Gelecekte bizi bekleyen başka bir mesele de şudur: İnsanlar zamanla, bu sistemlere körü körüne güvenmeye başlayabilir. “Nasıl olsa algoritma karar verdi” diyerek eleştirel düşünme reflekslerini kaybetme riski oluşabilir. Bu da aslında etik sorunu daha da derinleştirir. Çünkü artık sadece algoritmanın değil, insanın da pasifleştiği bir yapay etik düzeni doğar. İnsanların kendilerini etik sorumluluktan muaf görmesi, toplumsal duyarlılığı zayıflatabilir. Bu da bizi, etik kararların makinelere bırakıldığı, sorgusuz bir toplum yapısına götürebilir.
Bir başka önemli boyut da, yapay zekânın farklı kültürel yapılar içindeki işlevidir. Örneğin Batı merkezli değerlerle eğitilmiş bir algoritma, Ortadoğu veya Asya toplumlarında tepki çekebilecek sonuçlar üretebilir. Bu bağlamda, yapay zekâ geliştiricilerinin kültürel çeşitliliği göz önünde bulundurması, etik kararların yerel bağlamlara göre esnek olmasını sağlaması gerekir. Aksi takdirde, evrensellik iddiası taşıyan sistemler, yerel düzeyde etik dışı sonuçlara yol açabilir.
Sonuç olarak, yapay zekânın karar alma süreçlerinde etik sorular, sadece yazılım satırlarına sığdırılamayacak kadar derin ve çok boyutludur. Bu sürece felsefeciler, sosyologlar, hukukçular ve geliştiriciler birlikte dahil olmalıdır. “Doğru” kararlara ulaşmak için, önce “kimin doğrusu” sorusunu cesaretle sormalıyız. Aksi takdirde, algoritmalar bizim yerimize karar verirken, hangi değerleri yönlendirdiklerinin farkında bile olmayabiliriz. Ve belki de en büyük tehlike, bu farkındalığın eksikliğidir. Yapay zekâyı insana yaklaştırmanın yolu, ona sadece bilgi değil; vicdan da öğretmekten geçer.