Sahne arkasında, hatta sahneye de yansımış olarak Türk milleti beka mücadelesi vermektedir. Milletin asil ruhlu savunucuları, dünyaperestlerle, hainlerle, projecilerle boğuşmaktadır. Bunları bir tarafa koyup teolojik tartışmalara girmek, Türk milletinden özür dilememizi gerektirir. Ancak beka meselesinin bir ayağı olan dinî hassasiyetlerden de vazgeçememekteyiz.
Önce şunu söylemeliyiz: Eğer felsefe yapılacaksa, özellikle insan felsefesine girişilecekse, kimsenin diyeceği yoktur. Fakat İslamî ilke ve esaslara göre yazıp çizecekseniz iş değişir. Onun kavramlarına, ilkelerine, hedeflerine bağlı kalacaksınız. Gayb, vahiy diyecekseniz Allah ve Resulünün dediklerine uyacaksınız. İnanmıyorsanız o başka…
İnsan, önemli ve üstün bir varlık olarak yaratılmıştır. Fakat sınırlarının dışına taşırılmamalıdır. Yaratıcı adeta bunu önlemek ister gibi, onu bize tanıtır. Gerçek özelliklerini sayar. İnsan acelecidir (Enbiya, 37); huysuz, haris, cimridir (Mearic, 19-21), çok zalimdir, çok nankördür (İbrahim, 34), dünyaperesttir (İnsan, 27), kendini kurtarmak için herkesi feda eder (Mearic, 13-14). İnsanın, organizmasını, fizyolojisini, biyoloji ve kimyasını, molekül ve atomlarını tanıyabiliriz ama insanın ne olduğunu tanımak o kadar kolay değildir. Bir ömür boyu beraber oluruz ama bir gün ona “ben seni tanıyamamışım” diyebiliriz. Onu yaratandan daha iyi kim tanıyabilir. Kur’an bu gerçeklerin üzerine, onları aşarak inşa edilecek olan ideal insanı da bize tanıtır. Alçak gönüllü; sabırlı, merhametli, iffetli, inançlı, paylaşımcı insanı da; zalim, fasık, müfsid, suçlu, cahil, zorba, hain, nankör, ümitsiz, cimri, yalancı, riyakâr, sözünde durmayan tartışmacı, aceleci (hepsi Kur’an tabiridir) insanın yanına koyar. Gerçeklerden ideale geçeceksin. Vahiy, insan cinsine gelmiştir, ayrım yapılmamıştır diyeceksek, bu gerçekleri gözden uzak tutmamalıdır. Özellikle gaybı insanlar da bilebilir diyeceksek...
“De ki: Göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilmez…” (Neml, 65). “ Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. O’ndan başkası bilemez…” (En’am, 59) “ O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz. Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır…” (Cin, 26-27). “ De ki: Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım…” (En’am, 50) Eğer İslamla ilgili söz edeceksek, bu açık ve kesin bilgiler karşısında kalkıp “gayb erenleri” demenin bir anlamı kalmaz. Gayb erenlerinden maksat peygamberler ise, orada vahiy kavramını da dikkatli kullanmalıyız.
Gayb-peygamber-vahiy derken, yanlış yorumlanan bazı ayetlere de bakmak gerekecektir. Kehf sûresinin 65-82. ayetleri. Burada Hz. Musa’ya peygamber de olsa Allah bildirmedikçe gaybı bilemeyeceği anlatılmıştır. Hz. Musa’ya arkadaşlık eden kul, o anda görevlendirilmiş insan şeklinde görünen bir melektir. Hızır diye biri değildir. Kur’an bir kul dediği hâlde hızırı nereden çıkarırlar. Kur’an ne diyorsa odur. Melekler de kul olduğuna göre, o kul ile Hz. Musa imtihan edilmiştir. Sonuç, gaybı ancak Allah bilir.
Özel anlamda vahiy sadece peygamberlere gelmiştir. Vahiy iki türlü anlamı ifade eder. Genel anlamı bütün yarattıklarına verdiği, düzenlerini ve kanunlarını oluşturduğu, onlarla irtibatının devam ettiği bilgilerdir (içgüdü, duygu, hareket özelliği, program gibi). “Rabbin balarısına vahyetti ki, dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan evler (kovanlar) edin. … Onların karınlarından çeşitli bir şerbet çıkar ki onda insanlar için şifa vardır…” (Nehl, 68). Özel anlamı ise, seçtiği insanlara bilgi vermesidir. Seçme işini yine Allah söylemektedir: “Allah meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da…” (Hac, 75). Vahiy, bütün sıfatları gibi Kelam sıfatından ve onun yansıtıldığı gayb aleminden bir kısımdır. İnsanları ve toplumlarını ilgilendiren bir kısmıdır. Bunu da bizim anlayacağımız şekilde, kalemle mürekkep misaliyle bildirmiştir: “Yeryüzündeki ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa, buna yedi katları da katılsa, yine Allah’ın sözleri (yazmakla) tükenmez...” (Lokman, 27). Sonsuz-sınırsız İlim ve Kelam dünyasından bir miktar, bizlere iletilmek üzere sadece peygamberlere vermiştir. Başka kimseye verilmez. “…Ancak dilediği, razı olduğu peygamber bunun dışındadır.” (Cin, 26-27).
Vahyin çeşidi geliş şekilleri ile ilgilidir. Koyusu, azaltılmışı, ilhama benzerliği gibi çeşitleri, dereceleri yoktur. Çıngırak sesi olarak, bir kum yığınından çıkan ses olarak, bir adam şekline bürünmüş biri olarak, peygamberlere mahsus sadık rüya şeklinde gelmiştir. Bir perde arkasından doğrudan kalbe gelen ses gibi olabilmiştir. Vahyin en önemli özelliklerinden biri, mutlaka insanlara nakledilmiş, açıklanmış olmasıdır. Saklı, gizli, kişide kalan ve istenildiği zaman kullanılacak bir bilgi özelliği taşımamaktadır. Her insana gelmez. İnsana gelir demek, ancak genel anlamından ayırt edip (balarısında olduğu gibi), insan cinsine, ama seçilmiş insana gelir demek ise doğrudur.
Hz. Peygamberin her sözünün her hareketinin vahiy şemsiyesi altında olduğuna gelince; burada gizlenmiş kutsal kavramının, Allah-insan ilişkisinin kötüye kullanıldığı bir alana gireriz. Tartışılmaz ayrıştırılmaz, bölünmez, parçalanmaz, doğmaz, doğurulmaz, eksiksiz, tam idrak edilemez vb. anlamlarda kutsal, sadece, Allah’a aittir. Kim olursa olsun ne insanda, ne eşyada, yaratılmış hiçbir şeyde kutsallık yoktur. Bazılarına biz izafi-itibari kutsallık yükleriz. Bayrak kutsaldır gibi. Bunlar gerçek kutsal değildirler. Peygamberlere ve Hz. Peygambere kutsallık yüklemekten korumak için Kur’an ayetleri bulunduğu malumdur. “Ben de sizin gibi bir insanım”, “arkadaşınız” deyişleri, onların ölümlü olmaları, belirli işaretler değil midir? Sadece belli insanların vahyi alacak olması, Allah’ın adaletine, el-adl ismine aykırı olur ve kulları arasında ayırımcılığa girer söylemleri, tuhaf olduğu kadar, anlaşılması mümkün olmayan bir husustur. Bu, herhalde özel bir ilim (!) gerektiriyor. Farklılıkları, dereceleri çeşitliliği, görev ayrılıklarını, Allah’ın Adl ismine aykırı görmek, değil İslam’ı anlamaya, felsefe yapmaya bile uygun görünmüyor. “Gizli bir ilim”e sığınmak hariç. Hz. Peygamber her sözünü Hakk’a uygun söylemiş, her yaptığını Hakk’a uygun yapmıştır. Bu doğrudur. Fakat onun insan olduğunu tekrar hatırlatmak için, unutmayalım diye Kur’an bazı parantezler açmış, imanla ilgili olmayan bazı hatalarını dile getirmiştir. Bunlar da anında düzeltilmiştir. “Gözleri görmeyenin kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitip çevirdi… Allah korkusuyla ona gelmişken ona aldırmayıp başkasıyla ilgileniyorsun. Hayır! Sakın öyle yapma…” (Bkz. Abese, 1-11), “… Az kalsın onlara meyledecektin…” (Bkz. İsra, 73-75), “Ey peygamber! Allah’ın sana helal kıldığını, hanımlarının rızasını kazanmak için, neden yasaklıyorsun…” (Tahrim, 1). Bunları Kur’an’da görüyoruz. Uyarılar da dikkatimizi çekiyor. Tarihî kıssalar için “… sakın şüphe edenlerden olma. Senden önce kitap okuyanlara sor…” (Bkz. Yunus, 94, 95); “… sakın hainlerin savunucusu olma… Nefslerine ihanet edenleri savunma” (En’am. Bakara, 145); “… şayet şeytan bunu sana bir an unutturursa, hatırına geldiği gibi kalk, o zalimler güruhu ile oturma” (Bkz. En’am, 68). “Fakat sonuçta inanan herkes rahattır. Hz. Peygamber örnektir, geçmişte ve gelecek bütün suçlamalardan arındırılmıştır, şahittir, müjdecidir, uyarıcıdır.” (Bkz. Fetih, 2-3).
“İnsan Peygamber”in bu özelliklerini ve vahiyle ilişkisini artık siz, herkesin anlayabileceği şekle inebilmek için mi, bazı yerlerinin üzerinin örtülmesi gerektiği için mi diye yorumlayacaksınız, sizin bileceğiniz iştir.