Türk toplumu olarak dinî ve millî teorik alt yapımız/referanslarımız çok güçlü, çok sağlam. İyi insan olmak için bu alt yapının hemen hemen hiçbir eksiği yok. Doğruluk, iyilik, yiğitlik/mertlik, fedakârlık, yardımseverlik, cömertlik, merhamet, bağışlayıcılık gibi akla gelebilecek her erdem bu teorik temelde mevcut. Gerek atasözlerimizden gerekse din buyruklarından bunun için sayısız referanslar verilebilir.
Biz Türk halkı olarak, Türk toplumu olarak bütün iddialarımıza, övünmelerimize rağmen insan gibi insan olmaya; insaf ve vicdandan ayrılmamaya, zulüm ve haksızlıktan uzak durmaya yönelik olarak teoride var olan onca güzel öğüt ve telkinlerin nerdeyse hiçbirini iş ve eylemlerimizde uygular hale gelememişiz. Teori ile pratik bizim hayatımızda hiçbir zaman örtüşememiş. Bu yüzden hiç olgunlaşamamış, hep ham kalmışız. Mevlâna’nın nefsini terbiye ettiğini anlatmak için söylediği “Hamdım, piştim elhamdülillah!” tecrübesinden %99’umuzun haberi bile yoktur.
Çok sınırlı istisnalar dışında bu toplumun bireyleri olan bizler; en haklı eleştirilere, çok yerinde uyarılara bile tepki ile karşılık veriyoruz. Bize yönelmiş haklı uyarı ve eleştirilerden ders alacağımıza, kendimizi düzelteceğimize, “Çekiç yemeyen taş yapıya uymaz” anlayışıyla davranacağımıza öfkeye kapılıyoruz, tehditkâr nutuklar atıyoruz.
Kerametimiz daima kendimizden menkul oluyor. Yani kendi reklamımızı kendimiz yapıyoruz. Çünkü hakkımızda başkalarının anlatabileceği güzel bir hikâyemiz, dillerde dolaşacak bir erdemimiz bulunmuyor.
Yiğitlik, mertlik edebiyatını dilimizden düşürmediğimiz hâlde bu toplumda çocuklara, kadınlara, yaşlılara, yani aciz/savunmasız insanlara saldırmayı kabadayılık sanan insanlardan geçilmiyor. Yanında çocuğu ile araba kullanmakta olan kadın sürücünün önünü kendilerine yol vermedi diye kesip saldıranlar, kadının arabasının üstüne çıkıp tepinen magandalar hep bu toplumdan çıkıyor. Geleneğimizdeki zayıfları, güçsüzleri koruma telkinlerine rağmen birçok erkek kabadayılığını o insanları ezip hırpalayarak ispatladığını sanıyor.
Kavgalı, ihtilaflı olduğu insanlarla sorununu mertçe karşı karşıya gelip çözme cesareti gösteren neredeyse hiç yok. Hep arkadan vurma, pusu kurma, bir kişiye birkaç kişi birden yüklenme gibi gerçek kabadayılığa aykırı uygulamalar bu toplumda en geçerli yöntemler.
Hamlığımızın, olgunlaşma yolunda hiçbir mesafe alamamış olmamızın çok açık bir işareti de alınganlık dozumuzun çok yüksek olmasıdır. Bizim kadar çabuk incinen, bizim kadar kırılgan bir halk yoktur ya da çok azdır.
Bu toplumda nerdeyse herkes demokrat geçiniyor. Ama demokrasinin kendisi gibi inanmayana, düşünmeyene tahammül etme rejiminin adı olduğunu kimse aklına bile getirmiyor. Demokrasi bizim işimize yarıyorsa iyi, karşı olduğumuzun işine yarıyorsa kötüdür.
Lafla her şeyde en iyi biziz. Lafa gelince çok doğruyuz, çok adiliz, çok fedakârız, çok kahramanız; uygulamaya, elini taşın altına koymaya gelince hiçbirinde yokuz. En büyük başarıyı işte değil, laf üretmekte gösteriyoruz. “Ayinesi (aynası) iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde” ilkesi sanki bizi hiç alakadar etmeyen başka bir kültürün ürünüdür! Ama bizim gerçek hayatta hiç karşılığı olmayan boş iddialılığımızı aynayı gözümüze sokarak bize gösteren temel ilkeler de yine bizim kültürümüzde ifade edilmiştir: “Onlar ki laf ile verirler dünyaya nizamât (iyilik buyrukları) / Bin türlü teseyyüp (kötülük, sahtekârlık) bulunur hanelerinde.”
Biz; söz, iş ve eylemleri uyuşan, örtüşen insanlar oluncaya kadar çok uzun testlerden, denemelerden, eskilerin deyimiyle çilelerden geçmeye hiçbir toplumun insanının muhtaç olmadığı kadar muhtaç insanlarız!