II. Meşrutiyet’ten III. Meşrutiyet’e: Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi (2)

II. Meşrutiyet’ten III. Meşrutiyet’e: Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi (2)

Meşrutiyet, geçmişte cumhuriyete açılan kapı idi. Birden bütünüyle halkın iradesini öne çıkarmak, krallıkların bütün dünyada geçerli olduğu bir zamanda mümkün değildi. Ara yol meşrutî yönetim idi. Ve meşrutî yönetime bile çok kanlı varılabilmiştir.

Meşrutî yönetimde meclis olacak, bakanları yine kral/padişah belirleyecek. Birtakım kanunlar mecliste görüşülecek, sonra kralın/padişahın imzasına bırakılacak.

Onun da elbette danışma kurulları vardır; o kurullar, ancak kralın/padişahın fikrini açmak için toplanırlar. Elbette cesur konuşmalar da yapılır ama mutlaka kralın/padişahın suyuna gidilir. Aksi sözde ısrar eden pek yerinde kalamaz. Konuşurken idamı da aklının bir köşesinde tutar.

Burada meşrutiyeti ilân ettiren güç öne çıkıyor. Kral/padişah yetkilerini hiçbir zaman paylaşmak istemez. Şartlar zorladığı ve çok kan döküldüğü, giderek kendi varlığı tehlikeye girdiği için kral/padişah yetkisini paylaşmak zorunda kalmıştır.

20. yüzyılın ortalarından itibaren bütün dünya cumhuriyete geçti. Birçoğunun idaresi “cumhuriyet” adı altında diktatörlüktü.

II. Abdülhamit, II. Meşrutiyet’i nasıl ilân etti? Şartlar zorladığı için. Balkanlarda komitacılar kol geziyordu. Resneli Niyazi dağdaydı, Enver Bey dağdaydı... Halkın teveccühü komitacılardan yana idi.

Meşrutiyet kavramı “şart” kelimesiyle bağlantılı... Osmanlı siyasî literatüründe “anayasalı ve meclisli saltanat-hilâfet rejimi” karşılığında kullanılmıştır. Türkçe literatürde, Kanûn-ı Esâsî’nin ilân edildiği 23 Aralık 1876’dan Meclis-i Meb’ûsan’ın muvakkaten tatil edildiği 13 Şubat 1878 tarihine kadarki döneme I. Meşrutiyet, meclisin yeniden toplanmaya davet edildiği 23-24 Temmuz 1908’den 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’ne veya 20 Ocak 1921 tarihli Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu’nun neşri ya da saltanatın ilga edildiği 1-2 Kasım 1922 tarihine kadarki döneme de II. Meşrutiyet denmektedir. Meşrutiyet kavramı daha sonra Farsça’da ‘anayasalı monarşi’ anlamıyla yer almış, ancak kök dili olan Arapça literatüre girmemiştir.” (Şükrü Hanioğlu, “Meşrutiyet”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 29, 2004).

Zamanımızda krallığa/padişahlığa geçilebilir mi? Kendisinde güç gören geçebilir. Adı krallık/padişahlık olmaz sadece...

Bizde “Halife/padişah” kimilerinin içinde uktedir. Her fırsatta padişahlık/halifelik iştihası kabarır. Şu zamanda kabarmadığını kimse söyleyemez. Bütün mekteplerin imam hatipleştirilmek istenmesi, bütün mekteplerde imam tayini için yol kat edilmesi, bütün tarikatlara/ cemaatlere kapıların açık tutulması başka neye işaret olabilir.

***

Reis Bey’in, Anayasa’nın hiçbir yerinde yazmadığı ve mevcut anayasaya göre yemin ettiği hâlde “nas” ısrarı şuuraltında yatanı göstermiyor mu? (Nas: Kur’ân ve Sünnet’in lafızları.) Sanılıyor ki, dinî rejimimiz vardı, Mustafa Kemal Atatürk geldi, güllük gülistanlık padişahlığımızı yıktı!

Basit imajlar insan kafasında çok kolay yer eder. Hele bu imaja “din” sosu eklenmişse...

Millî Eğitim Bakanı değişti. Bakanın değişmesinin hiçbir önemi yok. Siz getirilen dört bakan yardımcısına bakın. Yeni bakan tayininden sonra dört bakan yardımcısından üçü değişmiş, biri yerinde kalmıştır. Adını vermeyeceğim, girin inceleyin, o değişmeyen bakan yardımcısı kimdir ve misyonu nedir? Hedefine neyi koymuştur? Şimdiki bakan önceki gibi göstermelik; kapı arkasında bir başka bakan var. İşte o bakan, değişmeyen bakan yardımcısıdır.

***

Yüz yıl geride kalsa dahi padişahlıktan gelen alışkanlıklardan vazgeçmek öyle kolay olmuyor. Kimilerinin şuuraltında tortular zaman zaman nüksediyor ve “otorite”yi arıyor.

Bu arayıştan dolayıdır ki, başkanlık sistemi tartışmaya açılmıştır. Ama çok insanın aklına, yeniden padişahlığa geçiş gelmemiştir.

Yılların CHP’li politikacısı Kasım Gülek (1905-1996): “Türk milleti, güler yüzlü, sevilir, sayılır amma otoriteli bir devlet hasreti içindedir. Demokratik rejim içinde böyle bir devlet mümkündür. Bu da Başkanlık sistemi ile mümkün olabilir.” demişti.

Herkes Alparslan Türkeş’in sözlerini alıntılar. İşte Türkeş de başkanlığı istiyor, denir. Temel Görüşler kitabında da Dokuz Işık’ta da başkanlık sistemini vurgulamıştır. Ama hiç aklına gelir miydi, başkanlık meşrutî sisteme dönüşecek, padişahlığa geçiş için ara durak olacak...

Kim ne derse desin şu anda, cumhuriyete yol açan meşrutiyet, padişahlığa dönüş için de yol oluyor.

Madem “nas” diyorlar, madem halifelik için gün sayıyorlar Hz. Ömer’in Kûfe kadısı tayin ettiği Ebu Musa Eş’arî’ye yazdığı mektubu çerçeveletip çalışma masasının üzerine, göz hizasına koymalılar.

Devlet düzeninin birinci şartı adalettir. III. Meşrutiyet’te, hususiyetle adalette büyük sıkıntı var. İbn Haldun’dan aktaracağım mektubun yargıya dair satırlarını okusunlar, “nas”a ne kadar uyduklarını görsünler.

İbn Haldun, Mukaddime’de 31. Bölüm’de, “Halifelikle ilgili dinî vazifelere dair” başlığı altında bu mektubu verirken şunları yazar:

“Kaza (yargı) işlerine gelince; halk arasın­daki anlaşmazlıkları ve husumetleri halletmek de halifenin vazifeleri arasındadır. Bu davaların Kur’ân ve Ha­dis’e dayanan şer’î kurallara uygun olarak halledilmesi şart olduğu için, halifeliğin umumî işlerinden sa­yılmıştır. İslâmiyetin ilk çağında halifeler bizzat kendileri kadılık ederler, kadılığı başkasına havale etmezlerdi. Kaza (yargı) ve hüküm işle­rini evvelâ başkalarına havale eden Ömer ol­muştur. Ebu Derdâ’yı Medine’de kendisiyle be­raber kaza ve hüküm işlerinde çalıştırmıştır. Şu­reyh’i Basra ve Ebu Musa Eş’arî’yi Kûfe kadılı­ğına tayin etmiştir. Ömer, meşhur talimatname­sini Ebu Musa’ya hitaben yazmıştır. Mektup, kaza ile ilgili hükümlerin merkezi olmuştur. Yeter derecede kaza (yargı) usullerini içine almaktadır. Yaratan’a hamd ve şükürden sonra mektupta şunlar yazılıdır:

‘Ey Ebu Musa! Halk arasındaki davaları halletmek sağlam bir farz ve ona göre amel edilmesi gere­ken bir sünnettir. Huzurunda iki kişi muhakeme edildiğinde, evvelâ her ikisinin sözlerini iyice an­la; çünkü, ancak davalar anlaşıldıktan sonra hü­küm verilir ve hüküm yerine getirilir. Amelde tatbik edilmeyen hak ve adalet sözlerinin faydası yoktur. Davacılar önünde hüküm mec­lisinde hazır bulunduklarından her husus­ta adalet kaidelerine göre iş gör ki, onlardan üstün olan haksızlık yapacağına (lehlerine karar vereceğine) heves etmesin. Zayıf olanı da senin adaletin­den ümidini kesmesin...’”

Yazarın Diğer Yazıları