Millet olarak biz de İslâmiyet’i kabul ettikten sonra Kaşgarlı Mahmut’un “Dîvânü Lügâti’t-Türk”üne ve Ali Şîr Nevayî’nin “Muhâkemetü’l-Lügateyn”ine rağmen peyderpey Arapça ve Farsça tesiri altına girdik. Öyle ki 17. yüzyılda Nâbî:
“Dîvân-ı gazel nüsha-i kâmûs değildir”
demek zorunda kalmıştır.
Bir musibet bin nasihatten yeğdir, derler. 19. asır sonları ve 20. yüzyıl başlarında yaşadığımız musibetler, bize ayakta kalabilmek için kendimize gelmek ve kendimizi bilmekten başka çare olmadığını gösterdi.
Türkçülük
Türkçülük, bir bakıma kendimizi bilme ve kendimizi bulma hareketidir. Ve gayet tabii, bu işe “dil”den başlamak gerekiyordu. Esasen Aydınlı Visâlî, Tatavlalı Mahremî, Edirneli Nazmî, Ahmet Vefik Paşa, Şemseddin Sâmi vb. zevatın daha önceleri başlattıkları “sade Türkçe” hareketi bir sacayağı misali Ömer Seyfettin, Ali Canip ve Ziya Gökalp tarafından kuvveden fiile taşındı.
“Dilin sadeleştirilmesi mücadelesinde Ziya Gökalp işin ilmî ve içtimâî tarafını, Ali Canip tenkit cephesini, Ömer Seyfettin de bedîî tarafını ele alıyordu.” [1] Ömer Seyfettin’in, yeni şekliyle çıkmaya başlayan “Genç Kalemler” dergisinin ilk sayısında (İkinci cilt, No: 1, 29 Mart 1327/11Nisan 1911) “YENİ LİSAN” makalesini yayınlamasıyla bu mücadele ete kemiğe bürünür.
Ömer Seyfettin, söz konusu makalesinde: “Eski Lisan”, “Edebiyatımız”, “Millî Edebiyatımız”, “Şarka Doğru”, “Garba Doğru”, “Bugünküler”, “Hastalıklar”, “Tasfiye”, “Nasıl?”, “Milliyete Doğru”, “Tasfiye Sarfı”, “İsimler ve Sıfatlar”, “İmlâ”, “Gaye”, “Ey Gençler”, “Netice” alt başlıkları altında Türkçenin dününü, bugününü, hastalıklarını ve hâl çarelerini büyük bir dirayetle ortaya koyar.
Lisanî Türkçülük
1923’te yayınladığı “Türkçülüğün Esasları”[2] adlı eserinde Ziya Gökalp da ilmî olarak lisânî Türkçülüğü 6 ana maddede ele alır:
“1- Yazı Dili ve Konuşma Dili (s. 97)
2- Halk Lisanına Girmiş Arapça ve Acemce Kelimeler (s. 99)
3- Türkçüler ve Fesâhatçılar (s. 105)
4- Sîgalar, Edatlar, Terkipler (s. 109)
5- Yeni Türkçenin Harslaştırılması ve Tehzîbi” (s. 116)
Bu konuyu:
“Yeni Türkçe, evvelâ lisanımızı lüzumsuz Arapça ve Acemce tabirlerle terkiplerden temizlemekle, sâniyen ona henüz vücutlarından haberimiz olmayan millî tabirleri ve ifade tarzlarını ve sâlisen, henüz mâlik olmadığımız için ibdâına mecbur bulunduğumuz beyne'l-milel kelimeleri ilave etmekle husûle gelecektir. Bu üç ameliyeden birincisine (temizleme), ikincisine (harslaştırma), üçüncüsüne (tehzîp) namlarını verebiliriz”[3] diyerek özetleyen Ziya Gökalp, 6. madde olarak da “Lisânî Türkçülüğün Umdeleri”ni (s. 121) şöyle sıralar:
“1- Millî lisanımızı vücuda getirmek için, Osmanlı lisanını hiç yokmuş gibi bir tarafa atarak, halk edebiyatına temel vazifesini gören Türk dilini aynıyla kabul edip İstanbul halkının ve bilhassa İstanbul hanımlarının konuştukları gibi yazmak.
2- Halk lisanında Türkçe müteradifi bulunan Arabî ve Fârisî kelimeleri atmak, tamamıyla müteradif olmayıp küçük bir nüansa malik olanları lisanımızda muhafaza etmek.
3- Halk lisanına geçip lafzan yahut mânen galatât namını alan Arapça ve Acemce kelimelerin tahrif olunmuş şekillerini Türkçe addetmek ve imlâlarını da yeni telaffuzlarına uydurmak.
4- Yerlerine yeni kelimeler kâim olduğu için, müstehâse hâline gelen eski Türkçe kelimeleri diriltmeye çalışmamak.
5- Yeni ıstılahlar aranacağı zaman ibtidâ halk lisanındaki kelimeler arasında aramak, bulunmadığı takdirde, Türkçenin kıyâsî edatlarıyla ve kıyâsî terkip ve tasrif usulleriyle yeni kelimeler ibdâ etmek, buna da imkân bulunmadığı surette Arapça ve Acemce terkipsiz olmak şartıyla yeni kelimeler kabul etmek ve bazı devirlerin ve mesleklerin husûsî ahvâlini gösteren kelimelerle tekniklere ait âlet isimlerini ecnebî lisanlardan aynen almak.
6- Türkçede Arap ve Acem lisanlarının kapitülasyonları ilgâ olunarak, bu iki lisanın ne sîgaları ne edatları ne de terkipleri lisanımıza ithal olunmamak.
7- Türk halkının bildiği ve kullandığı her kelime Türkçedir, halk için mûnis olan ve sun‘î olmayan her kelime millîdir. Bir milletin lisanı, kendisinin cansız cezirlerinden değil, canlı tasarruflarından terekküp eden canlı bir uzviyettir.
8- İstanbul Türkçesinin savtiyâtı, şekliyâtı ve lügaviyâtı, yeni Türkçenin temeli olduğundan, başka Türk lehçelerinden ne kelime, ne sîga, ne edat, ne de terkip kâideleri alınamaz. Yalnız, mukâyese tarîkiyle Türkçenin cümle teşkilâtına ve husûsî tabirlerdeki şivesine nüfuz için bu lehçelerin derin bir surette tetkikine ihtiyaç vardır.
9- Türk medeniyetinin tarihine dâir eserler yazıldıkça, eski Türk müesseselerinin isimleri olmak hasebiyle, çok eski Türkçe kelimeler, yeni Türkçeye girecektir. Fakat bunlar ıstılah mevkiinde kalacaklarından, bunların hayata avdeti, müstehâselerin dirilmesi mâhiyetinde telakkî olunmamalıdır.
10- Kelimeler delâlet ettikleri mânâların tarifleri değil, işaretleridir. Kelimelerin mânâları iştikâklarını bilmekle anlaşılmaz.
11- Yeni Türkçenin bu esaslar dâhilinde bir kâmûsuyla bir de sarfı vücuda getirilmeli ve bu kitaplarda yeni Türkçeye girmiş olan Arapça ve Acemce kelimelerin ve tâbirlerin bünyelerine ve terkip tarzlarına âit malûmât, lisanın fizyoloji kısmına değil, müstehâsât ve intisâliyât bahsi olan (iştikak) kısmına ithâl edilmelidir.”[4]
Cumhuriyet öncesi ve sonrasındaki Türkçenin nasıl oluştuğunu, bu güzel Türkçenin mimarlarından biri olan Ziya Gökalp’ın kaleminden bizzat takip etmeniz için bu uzun iktibası yaptım.
“O mâhîler ki deryâ içredir deryayı bilmezler” hesabı insanlar, içinde bulundukları muhitin olumlu yahut olumsuz yönlerini pek fark edemezler. Bugün artık:
“Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm u neng” (Bâkî)
mısraındaki gibi zincirleme tamlamalardan kurtulmuşsak;
“Fârisî vü Arabî’den iki şehbâl ister
Tâ ki pervâz-ı bülend eyleye ankâ-yı sühan” (Sünbülzade Vehbî)
(Söz ankâsının yükseklerde uçabilmesi için Arapça ve Farsça’dan iki kanat lazım)
anlayışını aşabildiysek;
Halkın anladığı ve kullandığı kelimeleri kökenine bakmadan kullanmakta bir beis görmüyorsak;
Türkçe karşılığı olan Arapça ve Farsça kelimeleri kullanmıyorsak;
Konuşma ve yazı hayatımızın temelini İstanbul Türkçesi oluşturmuşsa…
Bütün bunlar kolayca elde edilmiş sonuçlar değildir. Uzun çalışmalardan sonra ortaya çıkan bu prensiplerin, Ziya Gökalp tarafından “Türkçülüğün Esasları”nda ilmî olarak sistemleştirilmesiyle dilimiz, Arapça ve Farsça tesirinden kurtularak bağımsızlığına kavuşmuş böylece yaşayan Türkçe, güzel Türkçe vücut bulmuştur.
Ancak şunu da ilave edelim ki bu güzel Türkçe 1930’larda “uydurukça illeti”ne tutulur. Yarım asır bu hastalıkla boğuşan Türkçe maalesef ciddî yaralar alır. 1980’lerden sonra da Türk halkının, özellikle de Türk aydınının (istisnalar kaideyi bozmaz) Türkçe diye bir endişesi, bir derdi kalmamıştır.
Vefatının 100. yıldönümünde Türkçenin gazilerinden Ziya Gökalp’ı rahmetle anıyoruz. Ruhu şad, mekânı cennet olsun…