Birini sevmek bazen dünyayı değiştirmez, sadece onu başka bir ışıkta görmemizi sağlar. Harriet Armstrong’un Sana Dünyayı Göstermek İsterdim romanı da tam olarak bu duygunun etrafında dönüyor. Yazar, aşkı mucizevi bir kurtuluş olarak değil, insanın kendini ve çevresini fark etme biçimi olarak ele alıyor. Hikâye, gençlik yıllarının o kararsız, sisli döneminde geçiyor. Üniversite, kalabalık kampüsler, sürekli bir arayış… Ve o arayışın ortasında, Luke adında birine rastlayan genç bir kadın.
Armstrong, aşkı anlatırken okuru yönlendirmiyor. Ne duygusal bir yücelik kuruyor ne de acıya sığınıyor. Aksine, sevmenin nasıl bir “kendini tanıma hâline” dönüşebileceğini gösteriyor. Bu nedenle Sana Dünyayı Göstermek İsterdim, bir aşk romanından çok bir fark ediş hikâyesi gibi okunuyor. Romanın sayfalarında coşku yok ama bir tür iç sıcaklığı var; insanı yormayan, ama düşündüren bir sıcaklık.
BİR DÖNEMİN RUHU
Romanın atmosferi, üniversite kampüslerinin o tanıdık yalnızlığıyla örülü. Kalabalığın ortasında bile yalnız hisseden gençler, birbirlerine değmeden yan yana yaşıyorlar. Armstrong’un dili, bu duyguyu mükemmel biçimde yansıtıyor: kısa cümleler, bastırılmış duygular, araya giren sessizlikler…
Kitap boyunca zaman neredeyse akmıyor. Ama bu durgunluk, bir eksiklik değil, aksine romanın anlatmak istediği şeyin ta kendisi. Çünkü Armstrong’un dünyasında büyümek, tam olarak “hiçbir şey olmuyormuş gibi yaşanırken” gerçekleşiyor.

İLİŞKİNİN İÇİNE SIZAN GERÇEKLİK
Luke’la yaşanan ilişki ne romantize edilmiş bir aşk ne de trajik bir hikâye. İki insanın, birbirini sevmenin aslında ne kadar zor olduğunu fark etmesiyle ilgili. Romandaki duygusal yoğunluk, konuşmaların arasında değil, söylenmeyenlerde saklı. Birinin diğerine “dünyayı göstermek” istemesi bile, bir vaatten çok bir teslimiyet. Armstrong burada aşkın büyüsünü değil, ağırlığını anlatıyor. İnsan sevdiğinde her şeyi görmek istemiyor. Bazen sadece birlikte susmak, var olmak yetiyor. Roman, tam da bu yüzden güçlü. Duygusal olarak dolu ama dramatik değil. Kahramanlarla birlikte büyürken kendi geçmişinin sessiz anlarına dönüyorsunuz.
YALNIZLIĞIN SESİ
Sana Dünyayı Göstermek İsterdim, yalnızlık duygusunu romantize etmiyor. Armstrong, karakterlerinin iç dünyasını anlatırken onları yargılamıyor. Kahramanlar hata yapıyor, uzaklaşıyor, yakınlaşıyor ama hepsi insanca. Bu yönüyle roman, damakta huzur tadı bırakıyor. Çok huzurlu hissettiğiniz o anların tadı ya da kokusu vardır ya, öyle okuyorsunuz kitabı. Çünkü yazarın anlattığı yalnızlık, bir eksiklik değil, bazen insanın kendini bulmasının tek yolu. Roman boyunca kullanılan sade ama etkileyici dil, hikâyenin duygusal tonunu koruyor. Armstrong, edebi bir süslemeye gitmeden, doğrudan duygunun merkezine dokunuyor. Okur, karakterlerin iç konuşmalarında kendine ait cümleler buluyor.
SESSİZ BİR BÜYÜME HİKÂYESİ
Romanın sonunda büyük bir çözüm, dramatik bir dönüm noktası yok. Ama o sakin, neredeyse sıradan bitiş, romanın asıl başarısı. Armstrong, hayatı süslemiyor, onu olduğu hâliyle bırakıyor.
Sana Dünyayı Göstermek İsterdim, bir aşk hikâyesinden çok, bir fark ediş hikâyesi. Büyümek, sevmek, susmak, vedalaşmak… Hepsi bir arada ama hiçbiri birbirinden fazla değil. Armstrong’un yazdığı dünya büyük değil belki ama insanı, kendi iç dünyasına biraz daha yaklaştırıyor. Ve bazen, işte bu kadarı yeterli oluyor.