Türk dünyasını düşünürken...

14-15 Eylül 2013 tarihlerinde Afyonkarahisar’da  “Türk Dünyası Bilim ve Kültür Şöleni”  düzenlendi. İki gün süren şölenin ilk gününde yurt içinden ve yurt dışından gelen misafirler Türk Dünyası’nın sorunlarını ele aldılar. İkinci gün büyük ilgi çeken gösterilere ayrıldı. Türk Dünyası üzerine ne yapılsa yerindedir. Bu güzel faaliyetlerin dayanışma, birlik ve beraberlik içinde ve partiler üstü sürdürülmesi, bazı aksaklıkların giderilmesi isabetli olacaktır.
Hazırlanan sonuç bildirisinde önemli bazı maddeler vardır:  “...Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını, T.C. Anayasasını ve Devletin milli-üniter yapısını bozacak her türlü uygulama yok hükmündedir” , “Türk Dünyası davasının sürdürülmesinin, Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünün güçlendirilmesine bağlı olduğunu düşünüyoruz. Bu sebeple Türk milli varlığına yönelik ırkçı ve bölücü tehdit ve tehlikelere karşı kesin sonuç alıcı tedbirlere acilen başvurulmalıdır.”
Ancak ırkçı ve bölücü tehdit ve tehlikelere karşı tedbir alma durumunda olan yetkililerin, öncelikle bunları tehdit ve tehlike olarak görmeleri gerekir. Aksi bir durum, bugün olduğu gibi terör örgütü ile mücadele yerine, onunla dolaylı veya doğrudan müzakere sürecini açar.
Türkiye’de bazı peşin hükümlü ve beyinleri ideolojinin esiri olmuş bazı fanatik solcu çevrelere Türk Dünyası gerçeğini kabul ettirebilmek yıllar almıştır. Onlara göre, böyle bir konudan bahsetmek tehlikeli idi; ırkçılık ve kafatasçılıktı. 1970’li yıllarda Spor ve Sergi Sarayı’nda Bozkurt veya Ergenekon Geceleri düzenlenirdi. Hemen ertesi günü, devrimi ancak izinle yapabileceklerinin bile farkında olmayan bazı sözde devrimci köşe yazarları, gecelerin düzenlenmesini tenkit eder, bu faaliyetlerin devrimci merkez Sovyetler Birliği ile aramızı bozacağını iddia ederlerdi. Hatta bu kalemler, daha da ileri giderek atlı, oklu ve yaylı olarak esir Türkleri kurtarmaya gidecek kafatasçıları hayal ederlerdi. Alaylı bir uslupla Ankara’dan ok atıp, Tanrı Dağlarına mı düşüreceksiniz derlerdi. Ne dikkat çekici bir tecellidir ki; bunlara yakın birisi Başbakan olunca, 1974 Barış Harekatı’nda Toroslardan ok atıp, Kıbrıs’ın Beşparmak Dağlarına düşürmek zorunda kalmıştı!
Cehalet, gaflet ve ihanetle karışık örnekler tahmin edildiğinden fazladır. Milli haltercimiz Naim Süleymanoğlu Türkiye’ye getirildiği günlerde birçok TV programına çıkarılmıştı. Bir canlı programı yöneten kişi Naim’e sorar:  “...Naim, Türk yemeklerini beğendin mi?”  Naim şaşkınlıkla ve hayret ederek  “Biz oralarda da bunları yerdik”  der. Bir başka TV programında Türk Cumhuriyetlerinden gelen bir Türk misafire yönetici bakar ve şunları yumurtlar:  “Türkçeniz çok düzgün ve akıcı”. Hızını alamayan yönetici, Türk misafirine dayanamayıp Türkçeyi nerede öğrendiğini bile sorma saygısızlığını ve cehaletini gösterince, gereken cevabı da alır:  “...Türkçe’yi anamdan öğrendim!”
Bütün bu benzeri örnekler, bazı gençlerimizin ve aydınlarımızın Türk Dünyası gerçeğine ne kadar hazırlıksız yakalandıklarını gösteren örneklerden sadece birkaçıdır.
Türk Dünyası fikrini sistemli bir şekilde gündemde tutan ve Türk Dünyası Kurultaylarının yapılmasını sağlayan rahmetli Alparslan Türkeş’i ve bu konuları ısrarla işleyerek faaliyetleri ile ülke gündemine sokan rahmetli Prof. Dr. Turan Yazgan’ı rahmetle ve saygı ile anmak her Türk’ün görevidir.
Türk Dünyası ile ilgili bazı toplantılardan bizim ve çoğu kimsenin haberi bile olmuyor. Mesela yıllardır Kastamonu’da yapılan toplantılar buna bir örnektir. 

Yazarın Diğer Yazıları