Birinci Dünya Savaşı, sadece cephelerde değil, milletlerin hafızasında da derin izler bıraktı. Haritalar değişti, sınırlar yeniden çizildi.

Bu sarsıntılı dönemin ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti, yalnızca yeni bir devletin değil, binlerce yıllık bir geleneğin, şuurun yeni bir kimlikle yeniden ayağa kalkma çabasıydı.

Cumhuriyetin ilk yılları, ciddi bir birlik ve yeniden inşa süreciyle geçti. Ancak bu birlik, içeriden gelen dış destekli çeşitli müdahalelere maruz kaldı. Çünkü Türkiye, egemen güç odaklarının dikkatle takip ettiği bir örnekti. Üniter yapısı, halkın ortak bir kimlik etrafında birleşmesi, bölge için istisnai bir tabloydu ve bu durum sömürgeci küresel planlar açısından rahatsız ediciydi.

Kimlik Üzerinden Yürütülen Tartışmalar

1980’lerden itibaren yükselen kimlik eksenli tartışmalar, zamanla yalnızca sosyolojik bir mesele olmaktan çıkıp politik bir araca dönüştü. “Türklük” kavramı da bu süreçten nasibini aldı. Oysa anayasal bağlamda “Türk milleti”, yalnızca etnik bir tanımı değil; tarihî ve kültürel anlamda bütünleşmeyi ifade ediyordu.

Bu geniş anlamın daraltılması, zamanla yeni tartışmaların doğmasına neden oldu. Toplumu oluşturan unsurlar, ortak aidiyetten uzaklaştırılarak, etnik temelli bir çeşitliliğe indirgenmeye başlandı. Bu durum, anayasal vatandaşlık anlayışını zayıflatmakla kalmadı; ortak tarihsel hafızayı da örseledi.

Bölgesel Planlar ve Türkiye'nin Konumu

21.yüzyılın başlarında raftan indirilen Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), öyle söylendiği gibi sadece enerji ve güvenlik politikalarıyla sınırlı değildi. Bu proje, bölgedeki siyasi yapıları dönüştürmeyi, ulus-devlet modelini parçalamayı ve yeni denge arayışlarını içeriyordu. Irak’ın işgali ve ardından yaşanan Arap Baharı, bu sürecin etkili somut örnekleri oldu.

Suriye’deki iç savaş ise Türkiye için ciddi bir kırılma noktasıydı. Güvenlik sorunlarının yanı sıra, milyonlarca Suriyeli’nin göçüyle ülke yeni bir demografik ve kültürel sınavla karşılaştı. Bu göç, bazı bölgelerde toplumsal yapıyı değiştirirken, Türkiye'nin kimlik dokusuna da ciddi zararlar verecekti. Bu sürecin yönetimi, geleceğe dair son derece endişe verici sorular doğuruyor, tehditler oluşturmaya devam ediyor.

Aidiyet mi ve Parçalanma mı?

Özellikle ilk açılım sürecinde iktidar ve avanesi tarafından kamuoyunda sıkça dillendirilen “36 etnik unsur” vurgusu, anayasal vatandaşlık yerine etnik kimliklerin öncelendiği bir söylem düzeni yaratıyodu. Buna son dönemde ‘eşit yurttaşlık’ gibi hiçbir temeli olmayan bir terim daha eklendi. Bu söylem, bir yandan farklılıkları görünür kılarken, diğer yandan ortak kimlik fikrini gölgede bırakıyor.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in ‘Gençlerin sorunları var, Kürt gençlerinin daha çok sorunları var’, ‘Kürtlerin taleplerini bağıra bağıra söylemek benim vazifem’ gibi söylemleri ana muhalefet partisi yönetiminin de iktidarın belirlediği rotaya aleni dümen kırdığını gösteriyor.

Türk vatandaşlığı, farklılıkları yok saymaz; aksine bu farklılıkların bir üst kimlik içinde uyumlu bir şekilde yaşatılabilme bütünlüğüne sahiptir.

Mesela Yugoslavya’nın parçalanma süreci, olağan tarihsel bir vaka değil; benzer toplumsal mühendislik projelerinin nasıl sonuçlar doğurabileceğinin en gerçekçi örneğidir. Türkiye gibi derin fay hatlarına sahip bir ülkede, birlik duygusunu yıpratacak her girişim, yalnızca siyasi değil, kültürel bir çözülmeye de neden olabilecek potansiyele sahiptir.

Aktörler ve Değişmeyen Dengeler

Bölgede yaşanan çatışmaların ardından en az zarar gören (hatta kazançlı çıkan) ülke İsrail’dir. 1967 sınırlarını aşan politikalarını sessizlik içinde sürdüren İsrail, Arap ülkelerindeki iç karışıklıklar yada emperyal teslimiyetleri sayesinde daha rahat hareket edebildi. Türkiye’nin yaşadığı iç gerilimler, özellikle kimlik temelli tartışmalar ve ekonomik sorunlar, bu stratejik rahatlık ortamına katkı sağladığı da mutlak bir gerçektir.

Kimliği Korumak, Geleceği Korumaktır

Türkiye, yalnızca coğrafi bir alan değil; binlerce yıllık bir tarihin ve kültürün mirascısı, temsilcisi ve taşıyıcısıdır. Bu mirası yaşatmak için güçlü bir ekonomik yapı kadar, sağlıklı bir toplumsal birlik de gereklidir. Kimliğimizin, başkalarının tanımlamalarıyla değil, toptancı bir tarih şuuruyla şekillenmesi gerekmektedir.

Artık uyanma vaktidir.

Gözlerimizin önünde sahnelenen oyunlara daha fazla seyirci kalmamalıyız. Gölgeleri değil, hakikati görmemiz gerekir. Bu bilinçle hareket edilmediği takdirde, kimliğimizin yerini başkalarının biçtiği roller alacaktır, alma(ma)lıdır(!)

Emin olunuz. Bu zihniyet yarın İstiklal marşımızı hedef alacaktır. Dizelerinde yer alan “kahraman ırkıma bir gül” kısmını “ kahraman Türkiye halklarına bir gül” diye değiştiremeyeceklerine göre İstiklal marşının aslında birleştirici değil ayrıştırıcı bir dil ve üslubunun olduğunu işleyeceklerdir.

Bizi biz yapan değerler sistematik biçimde dezenforme edilmektedir. Bize düşen görev toplumsal hafızayı canlı tutarak ve ortak aidiyet duygusunu güçlendirerek, sadece bugünü değil, geleceğimizi de koruma altına almamızdır.