Türk şiirinin doğuşu ve gelişim evreleri -I-

Türk şiiri de diğer uluslarda olduğu gibi ilkin dini törenlerden doğmuş, daha sonra da din dışı konularda gelişimini sürdürmüştür. Yüzyıllarca edebiyatımızın ana anlatım aracı şiir olmuştur. Edebiyatımızda hikâye bile mesnevi yoluyla şiirle anlatılmıştır. Türk halkının dini ve din dışı bütün törenlerinde müzik-şiir-raks ögesinin yer alması şiirin hep ön planda tutulmasını sağlamıştır. Binlerce dizeden oluşan destanlarımız manzum olup, çeşitli serüvenleri işleyen şiir parçalarından oluşmuştur. Acılarımız yuğ adı verilen cenaze törenlerinde sagu dediğimiz ağıtlarla dile getirilmiş, Sav dediğimiz: “Gevşek toprakta ev olmaz / Eski mezarlıkta av olmaz” biçimindeki atasözlerimiz bile birer ölçülü söz biçiminde şiirle dillendirilmiş, şölenlerimiz türküler konumunda olan koşuklarla süslenmiştir. Edebiyattan söz edilince, önce şiir düşünmemiz yüzyılların bize bıraktığı büyük mirastan kaynaklanmaktadır.

Edebiyatımızda bütün iç güzellikler şiirin sıcak havasında yansıtılmıştır. Türk halkının geçirdiği evreler boyunca şiirin özünde söz, sözün özünde güzellik egemen olmuştur. Türk şiirinin bilinen en eski örneği Çin yıllıklarında bulunmakta ve 329 tarihini taşımaktadır.

İslâmiyet’in kabulünden önceki Türk edebiyatının asıl zengin ve değerli bölümü sonradan yazıya geçirilmiş sözlü edebiyat verimleridir. Bunlar, yazarları genel olarak bilinmeyen ve halk arasında sözlü olarak nesilden nesle ulaşabilen ninni, mâni, tekerleme, türkü gibi anonim halk edebiyatımızın içinde yer alan disiplinlerdir.

Mendilim turalıdır

Sevdiğim buralıdır

Geçme kapım önünden

Yüreğim yaralıdır

biçimindeki anonim halk şiirinin en kısa nazım şekillerinden olup doğa, sevgi, ayrılık ve nefret gibi konular yanında dinleyeni yürekten sarsan, umulmadık bir sürprizle sonuçlanan, az sözle çok anlam ifade eden küçük ve bağımsız bir şiir türü olan manilerimizin hemen her ortamda doğaçlama söylenebilmesi, halkımızın şiire yatkınlığının bir ifadesidir. ‘Dağındaki çobanından sarayındaki padişahına kadar Türk halkı şair ruhlu bir millettir’ sözü de bundan kaynaklanmaktadır.

Halkımız Orta Asya bozkır kültürünü yaşarken dini ayinlerin yöneticisi olan Âşık tipinin prototipi konumundaki Kam ve Şamanlar yeri geldiğinde doğadan topladıkları otlarla ilaç yapıp hekimlik görevini sürdüren, yeri geldiğinde şölenleri ve dini ayinleri yöneten, beyin en yakınındaki kişi iken zamanla toplumsal statülerin farklılaşması, gibi etmenlerle Şamanın özellikle din adamlığı görevini üstlenmesi ve şairlik mesleğini ikinci planda tutması sonucu saz şairlerinin atası dediğimiz ozan tipi ortaya çıkmıştır.

Şiiri müzikle birlikte sunan ozan, elinde kopuzu ile gezici bir tiptir ve dini görevi yoktur. Ozanın bütün Türk topluluklarında önemli ve saygın bir yeri vardır. Tarih içinde Türk şiirinin varlığı bugün âşık dediğimiz ozanlarla korunmuştur. Yüzyıllar boyu, sık sık yurt değiştirerek geniş bir coğrafi alana yayılan, pek çok kültürle iç içe kalma zorunluluğunda kalan milletimiz, gerek çeşitli zamanlarda kabullendikleri dinler, gerekse konargöçer hayatları gereği karşılaştıkları ve benimsedikleri kültürler nedeniyle Orta Asya’dan Anadolu’ya göçüp günümüze kadar değişikliklere uğrayarak gelişen bir edebiyat oluşturmuşlardır. Bu edebiyatın baş mimarları ise ozanlardır. Ozanın elindeki kopuz Anadolu’ya gelindiğinde saza dönüşmüştür.

Anadolu’da teli tanıyan ozan, kopuzunun bağırsak derisi ya da at kılından oluşan telini çıkarıp madeni tel takmış, madeni telin uzunluğundan yararlanarak kopuzunun sapını uzatıp teknesini büyütüp telin sızlamasından çıkan sese bağlı olarak da elindeki yeni oluşturduğu alete saz demiştir.

Edebiyatımızda Kavmi dönem şiiri tamamen millî özellikler ve millî bir dil ile yoluna devam ederken, 11. yüzyıl başlarında yeni bir ses ve imaj dünyasıyla tanışmıştır. Yeni ses ve imaj dünyası İslâmiyet sonrası Türk edebiyatıdır. Orta Asya’dan başlayan ve tasavvuf edebiyatı da denilen dini içeriğin ön plana çıktığı bu edebiyat Anadolu ve Balkanları da içine alan geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. 11. yüzyıl başlarından 13. yüzyıla kadar geçiş dönemi yaşayan bu devir, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar güçlü bir biçimde sürmüş, bu dönemden itibaren gücü yavaş yavaş azalmış, 600 yıldan fazla süren bu devrede Türk şiirinin iç ve dış yapısında önemli değişmeler görülmüştür.

Âşıklar, genellikle idealist dünya görüşüne bağlıdırlar. Selçuklu ve Osmanlı devletleri dönemlerinde egemen kültür İslâmi nitelik taşıdığı için halk şiirinin idealizmi de dinsel bir nitelik gösterir. Âşık sözcüğünün yaygın olarak bilinen anlamı yanında, dilimizde özel bir anlamı da bulunmaktadır. Bu anlam, Halk içinde yetişen, deyişlerini sazla söyleyen, sözlü şiir geleneğine bağlı halk şairidir. Anadolu’da ozanların yerini onlara benzeyen bu âşıklar almıştır.

13. yüzyılda Moğol istilasından kaçan kimi şeyhlerin Anadolu’ya sığınmaları, halkın yoksulluk ve zor günler yaşıyor olması, sosyal yaşamdaki genel bozukluk halkı tasavvufa yöneltmiştir. Dini esasları, kendi tarikatlarının kurallarını özlü ve ikna edici biçimde anlatmakla yükümlü baba, dede, vb. kavramlarla ifade edilen din adamlarından kimileri dini ayinlerinin temelini şiir ve müziğe dayamışlardır. İslâmiyet’in ve tarikatların gelişmesi, tarikatların taraftar bulup yaygınlaşması ile 13. yüzyıldan başlayarak dini-tasavvufi halk şiiri de dediğimiz tekke şiiri meydana gelmiştir.

Bu dönemde şiir ve müzik bir öğretme ve eğitme aracı olarak görüldüğünden didaktik ve öğretici niteliktedir. Çeşitli tarikatların yaygınlık kazanması Yesevîlik, Alevilik, Bektaşilik, Mevlevîlik, Halvetîlik vb. dini kurallarla yüklü mistik şiir, her tarikatın kendi özellikleriyle söylenmeye başlayınca özde aynı olmakla beraber farklı yorumlar içinde Ahmet Yesevî, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal vb. saz ve söz ustası âşıklar yetişmiştir.

İlk büyük Türk tarikatı olan Yesevîlik, 12. yüzyıl başlarında Ahmet Yesevî tarafından Türkistan’da kurulmuştur. Anadolu’da kurulan pek çok tarikatı büyük ölçüde etkileyen Ahmet Yesevî’nin deyişleri hikmetli söz içermesi nedeniyle Yesevî’nin bütün şiirlerine hikmet denmektedir. Bir dönem avam dili sayılan Türkçeye ilgisizlikten yakınan Âşık Paşa:

Türk diline kimseler bakmaz idi

Türklere her giz gönül akmaz idi”

gibi söyleyişleriyle Türkçeye ve Türklere ilgisizliği ortadan kaldırmak amacıyla eserlerini Türkçe yazarak, bu dilin gelişmesine hizmet edenlerin başında gelir.

Yine bu dönemde Hoca Dehhanî’den sonra Türk şiirinin sönmeyen ışığı Yunus Emre;

“Ben yürürüm ilden ile

Dost sorarım dilden dile”

biçimindeki deyişleriyle herkesin gönlüne girmiş, olağanüstü anlatım gücüyle kendinden sonra gelen bütün şairlerin önderi olmuştur.

Dini ve tasavvufi halk şiirinin oluşmasından sonra İlahi, Nefes, Tevhid, Münacaat, Na’t, Mevlid, Hikmet, Devriye, Şathiye, Duvaz vb. türler meydana gelmiştir.

16. yüzyılda dini ve tasavvufi halk şiirine damgasını vuran Pir Sultan Abdal:

“Sivas ellerinde sazım çalınır

Çamlı beller bölük bölük bölünür

Ben dosttan ayrıldım bağrım delinir

Kâtip arzuhalim Şah’a böyle yaz”

biçimindeki şiirleri ile yüzyıllardır Alevi-Bektaşi töresi içinde yetişen bütün âşıkları etkisi altına almıştır.

Yazarın Diğer Yazıları