Avrasyacı olmak mı Avrasyalı kalmak mı?

Geçen hafta Rusya ve Çin arasında çok önemli bir görüşme gerçekleşti. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping Rusya’nın II.Dünya Savaşı’ndaki Zafer Günü olan 7 Mayıs’ta, Moskova’ya yaptığı ziyarette Avrasya coğrafyasına sahip çıktığını bir kez daha gösterdi. İki ülke arasında dış ticaret hacmini 100 milyar doların üzerine yükseltecek anlaşmalar imzalandı ve en önemlisi Çin, Batıya (NATO) karşı Rusya’nın yanında olduğunu hatırlatmış oldu. Açıkçası küresel yarışta Avrasya’nın barındırdığı siyasal ve ekonomik zemin bölgenin yerleşik sistemlerini giderek daha fazla kenetlemeye başladı. Peki Avrasya’nın bu birleştiriciliği ve önemi nereden kaynaklanıyor? Bunun için tarihsel süreci ve değişen dinamikleri öz olarak irdelemek gerekiyor...
Tarihsel süreç
19. Yüzyıl’da egemen olan görüş (deniz hakimiyet teorisi) denizleri kontrol eden iradenin dünyayı da daha rahat kontrol edeceği yönündeydi. Bu iradenin yüksek hareket kabiliyeti sebebiyle ABD olacağı öngörülüyordu. 20. Yüzyıla gelindiğinde ise demiryollarının gelişmesiyle birlikte kara alanında hakim olan gücün dünyayı da yöneteceğine yönelik bir yaklaşım kendini gösterdi. Mackhinder’in kara hakimiyet teorisine göre Asya, Avrupa ve Afrika dünya adası olup önce Doğu Avrupa’ya sonra Avrasya’ya (merkez) hükmeden ülke bu adayı ve dolayısıyla da dünyayı yöneten güç haline gelecektir. Bu çerçevede Kipling’in “Kim” adlı eserinde Britanya ve Çarlık Rusya’nın mücadelesine ilişkin olarak kullandığı “Büyük Oyun” yaklaşımı Avrasya alanında süregelen güç mücadelesinin yeni bir savaş alanına dönmesiyle evrilmiştir. Söz konusu mücadele tarihsel süreç içerisinde İbn-i Haldun’un ifadesiyle yerleşik ve göçerlerin “Diyalektiğine” bugün ise küresel kutupların jeostratejik savaşına dönüşmüştür.
Kenar-kuşak
ABD’li stratejist Brzezinski’nin dediği üzere “Avrasya, Rusya, Hindistan, Avrupa ve Hindistan’dan meydana gelen büyük bir güçtür. Dünya nüfusunun %75’i, enerji kaynaklarının 2/3’ü ve Dünya GSMH’sinin % 60’ı bu gölgededir.” Dolayısıyla hidrokarbon kaynaklarını kontrol etme hedefi Avrasya’yı coğrafi bir kavram olmanın ötesinde vazgeçilmez bir konuma taşımaktadır. Gelecekte ABD ve Avrasya’nın önde gelen güçleri nüfus artışının ortalama üç katı kadar enerji ihtiyacı artışıyla karşı karşıyadır. Başta Rusya olmak üzere bölge ülkelerinin “yakın çevre” doktrini ile hakimiyetlerini sürdürme stratejisi ABD’nin “kenar-kuşak” politikası ile vücut bulmaktadır. Kenar-kuşak demek Çin ile Rusya’yı, Hindistan ile Japonya’yı, Türkiye ile Kafkasları kısaca Karadeniz, Basra ve Hazar’ı çevreleyen bir uzaklaştırma siyasetinin adıdır.
Türkiye’nin algısı
Türkiye’ye gelince Montesquieu’nun “Ruslar ve Türkler Avrasyalı millettir” sözünü hatırlamak gerekir. Türkler “Türk” adının geçtiği ilk devlet olan Göktürklerden bu tarafa Avrasya coğrafyasında en önemli belirleyicilerden birisi olmuştur. Türkiye ve Rusya zaman zaman uzlaşı ve ortak düşman zemininde buluşsa da uzun yıllar Avrasya’da bir hakimiyet ve medeniyet mücadelesinde bulunmuşlardır. Özellikle Osmanlı ile Cengizhan’ın batı ve doğuya ilerleyişi sırasında meydana gelen ayrılma ve karışıklıklar Rusya’ya yeni bir alan oluşturmuş nihayet Kırım (1853-1856) harbi ile birlikte Rusya’nın Avrasya’da ve onun odağını teşkil eden Türkistan’da önemli kazanımlar sağlamasına zemin hazırlamıştır. Bugün ise Türkiye, Avrasya’yı dünyaya hükmetmenin kilidi haline getiren enerji kaynaklarının geçiş güzergahındadır. Türkiye elbette kendi çıkarları doğrultusunda Avrasya’da şekillenen işbirliği süreçlerine sıcak bakmalıdır ancak Avrasyacılık düşüncesinin bir parçası haline gelerek yukarıda belirtilen tarihsel dayanaklarını bertaraf edebilecek bir duruş sergilemekten kaçınmalıdır. Zira Avrasya ve Avrasyacılık yaklaşımı ince bir çizgiyle birbirinden ayrılmaktadır. Bu sebeple Türkiye Avrasyalı olmayı başarmalı ama Avrasyacılığa karşı gerekli mesafeyi koruyabilmelidir.

Yazarın Diğer Yazıları