4 Şubat 2000, Avrupa'nın demokratik değerler için yeniden savaşmak zorunda kaldığı gün olarak kabul ediliyor. O gün Avusturya'da, Avrupa Halk Partisi (EPP) üyesi merkez sağ ÖVP, radikal sağ FPÖ ile koalisyon kurduğunu açıklamıştı.
Koalisyona verilen tepki geniş ve son derece güçlü oldu. Viyana sokaklarında çok sayıda gösteri düzenlendi. Alman hükümeti bunu "tarihi bir hata" olarak nitelendirdi ve AB’nin Portekizli dönem başkanlığı Avusturya'da "ırkçı ve yabancı düşmanı davranışların" iktidarı ele geçirdiğini belirten sert bir açıklamada bulundu.
Tüm AB ülkeleri Avusturya’yla ikili ilişkilerini askıya alarak maslahatgüzarlık seviyesine indirdi. Avrupa kurumları da Nazizm'in mirasçıları olarak gördükleri bakanlara sahip Avusturya'ya eşit muamele etmek zorunda kalmaktan rahatsızlık duyduklarını her fırsatta gösterdi.
Dönemin Avusturya Cumhurbaşkanı yaşanan gelişmelerden sonra yeni şansölye ve yardımcısına insan haklarına, çoğulcu demokrasi ilkelerine ve hukukun üstünlüğüne saygı göstereceklerine dair bir deklarasyon imzalatmak zorunda hissetti.
İsrail, Viyana'daki büyükelçisini geri çekti ve “Hitler'in doğduğu yerde soykırımı inkar edenlerin iktidarı ele geçirdiği” uyarısında bulunarak eşi benzeri görülmemiş diplomatik yaptırımlar açıkladı.
Eylül 2000’e gelindiğinde ise tüm AB ülkeleri, Avusturya hükümetinin meşruiyetini kabul etti ve açıkladıkları yaptırımları kaldırma kararı aldı. Avusturya’da aşırı sağın zaferi olarak görülen bu gelişmelerden sonra demokratik ve otoriter sağ ittifakı, 2007 yılına kadar iktidarda kaldı.
Avusturya’da yaşananlar aslında sağın ilk yükselişi değildi. Zira 1994 yılında İtalya’da Silvio Berlusconi, o zamanlar Gianfranco Fini'nin yönetiminde olan, şimdiki adıyla Giorgia Meloni'nin Fratelli d'Italia Partisi ile koalisyon yapmıştı. Daha da öncesinde ise yeni Batı Almanya hükümetinin ilk on yılında, aşırı sağcı partiler Alman Partisi (BP) ve Tüm Alman Sürgünler ve Haklarından Mahrum Bırakılanlar Birliği (GB/BHE), Konrad Adenauer hükümetinde bakanlık yapmıştı.
Fakat Avusturya örneğini bunlardan ayıran önemli bir nokta vardı. Şöyle ki İtalya ve Batı Almanya’daki sağcılar iktidarın “küçük ortakları” olarak var oldular. Fakat Avusturya’daki durum tam bir iktidar ortaklığına işaret ediyordu.
Avusturya'da aşırı sağın, ulusal hükümete katılımının normalleşmesinin ardından bu durum tüm Avrupa'da kabul edilebilir hale geldi. Artık tüm kıtada merkez sağın, aşırı sağı iktidara taşıdığı ya da radikalleşerek aşırı sağa dönüştüğü ülke sayısı azınlık değil. Burada belki de “sanitasyon koridoru” ülkelerini istisna olarak kabul etmek gerekir.
Avusturya'dan bir yıl sonra, Danimarka da aşırı sağcı Danimarka Halk Partisi'nin parlamento desteğine güvenen liberal-muhafazakar bir hükümetle aşırı sağı normalleştirdi. Bir yıl sonra ise bu kez Hollanda'da liberaller, muhafazakarlar ve aşırı sağcıların koalisyonu kabul etti. Ardından Polonya, Macaristan, Yunanistan, Letonya, Belçika, Bulgaristan, Finlandiya, Slovakya, Estonya, Slovenya, Hırvatistan geldi. Aşırı sağ esen rüzgarla yelkenlerini şişirmiş, menziline son sürat gidiyordu…
2024'e geldiğimizde ise artık sağır sultanın bile bildiği bir gerçekle karşı karşıyayız: AB ülkelerinin çoğunda aşırı sağ veya en azından ideolojisini aşırı sağa entegre etmeye çalışanlar iktidara gelmiş durumda ve bunların sayısı hiç de göz ardı edilecek türden değil.
Söz konusu ülkelerin her birinde merkez sağ, en temel demokratik değerler ile iktidara giden en kısa yol arasında bir seçim yapmak zorunda kaldı. Türk siyasetinde de çoğu partinin içine düştüğü bu ikilemde, pek çoklarının iktidara giden en kısa yolu seçtikleri bilinen bir gerçek.
Merkez sağ, aşırı sağı bir ortak olarak kabul etti ve bunları normalleştirmekle ve birçok durumda onları en güçlü seçim rakiplerinden biri haline getirmekle kalmayıp aynı zamanda onların anti-demokrat politikalarını da normalleştirdiler. Bu durumun en önemli yansıması ana akım siyaset ile aşırı sağ arasında var olan “farklı sistemler” meselesinin artık “aynı sistem içindeki niceliksel farklılıklara” dönüşmüş olmasıdır.
Bilinçli bir tercih olduğunda şüphe etmeye gerek olmayan bahis konusu stratejik kırılma, Manfred Weber ve Ursula von der Leyen yönetiminde Avrupa düzeyine taşındı. Bunun ilk adımı aşırı sağın ideolojik ilkelerinin çoğunlukla benimsenmesi oldu. Açmak gerekirse EPP Partisi, göçten iklim eylemine kadar, aşırı sağı taklit etmek için kendi duruşunu ciddi bir değişime uğrattı. Ardından da “iyi faşistler” ve “kötü faşistler” olarak nitelendirdikleri gruplar arasında net bir ayrım yaptı.
Avrupa'nın radikal sağ partilerinin yarısı, 2000’den bu yana artık normalleşmiş ve meşruiyetini kazanmış durumda: İtalya'da Fratelli d'Italia, Macaristan'da Fidesz ve Çekya'da ODS gibi partiler EPP ile koalisyon halinde ülkelerini yönetirken, diğer yarısı ya Fransa'nın Rassemblement National'i gibi dayatılan bir sanitasyon kordonunun arkasında, Almanya’nın gözde Almanya için Alternatif Partisi gibi mutlu bir şekilde varlığını devam ettiriyor.
Avrupa seçimlerinden sonra görülen o ki sağ siyaset adına pek de bir şeyin değişmeyecek. Konsey'de ya da Parlamento'da EPP ve onların sağına düşen partilerin ittifakından geçecek bir çoğunluk olmayacak. Çoğu uzmanın da belirttiği üzere olacak olan açık: EPP, Sosyalistler ve Liberallerden oluşan büyük bir koalisyon kuracak ve bu da sağa daha fazla meşruiyet kazandıracak.
Aşırı sağın politikaları ve taktikleri artık normalleşmiş, EPP sağa kaymış ve beraberinde diğer tüm partileri de bu tarafa doğru çekmiş durumda. Bir sonraki komisyonda İtalya, Macaristan ve Hollanda'dan aşırı sağcı komisyon üyeleri olacak ve Von der Leyen onlara ilgili portföyleri vermekte hiçbir sorun yaşamayacak. Daha da uzatmadan söylemek gerekirse yeni doğmakta olan Avrupa demokrasisinin otoriter bir projeye dönüşümü Avusturya'da 2000 yılında başlamış olabilir, ancak hiç bu kadar güçlü olmadığı da bir gerçek.