Bir gece ansızın...
Geçtiğimiz hafta danışmanlığını yürüttüğüm Ahi Evran Üniversitesi Türk Dünyası Topluluğu’nun anlamlı bir faaliyetine daha tanıklık ettik. “Geçmişten Günümüze Ahıska Türkleri” konulu panel vesilesiyle Üniversite bünyesinde pek çok Ahıska Türkü meslektaşımızın görev yaptığını gördük. Organizasyonun gerçekleşmesinde emeği geçen öğretim üyesi arkadaşımız Ergin Kariptaş’ın dışında Yakup Akyel, Füsun Coşkun, Emre Şirin ve Oktay Aktürk de ata vatanlarına kısa bir yolculuk yapma imkanı buldular. Konuşmacı, ‘Bizim Ahıska Dergisi’nin Yayın Yönetmeni Yunus Zeyrek’ti.
Ahıska Türklerinin, 69 yıl önce maruz kaldığı insanlık dışı uygulamaların, bu alanla ilgilenenler dışında fazla bilinmediğini gördük. Hatta Yunus Bey’in söylediğine göre Ahıska denildiğinde; “Hayrola Türkler Alaska’ya mı gitmiş” diyebilen siyasetçiler varmış. Bu yüzden konuyu hatırlamakta fayda var.
Sürgünün hemen öncesinde yaklaşık 200 köyde 90 binden fazla insanın yaşadığı Ahıska bölgesi, bugünkü Gürcistan sınırları içerisinde Karadeniz ile Hazar Denizi arasında kalan jeo-stratejik bir bölgeye hakim konumdaydı. Milli kültürlerine bağlılıkları ile bilinen Ahıska Türkleri, Sovyetler döneminde kimliklerine başka adların yazılmasına karşı çıkan bir nüfusa sahipti. Nitekim sürgün sonrasında uzunca bir dönem, SSCB bünyesinde birisine Türk denildiğinde kastedilen ya da ilk akla gelen topluluk, Ahıska Türkleriydi. SSCB boyunca günümüz Türk cumhuriyetlerinde yaşayan soydaşlarımızın nüfus cüzdanlarında Kazak, Özbek, Kırgız vb.. ifadeler yazıyordu. Bu durum Ahıska Türkleri açısından gerçek bir gurur vesilesi olsa da asimilasyon girişimlerini perçinliyordu. Zira Stalin’in imzaladığı 31 Temmuz 1944 tarihli ‘Devlet Savunma Komitesi Kararı’ uyarınca Ahıska Türklerinin Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’da iskan edilmesine karar verildi. 15 Kasım gecesi Rus askerinin tekmelediği evler, birkaç saat içerisinde boşaltılarak, insanlar yaşlı, kadın, çocuk demeden hayvan vagonlarına yüklendiler. Çok açık ki bu süreçte alınan karar ve uygulamalar, “sürgün” kavramının da ötesinde bir insanlık suçuydu. İnsanlar sırf Türk oldukları için (yaşadıkları toprakların stratejik konumu unutulmamalı) öldürücü soğuğa, açlığa ve ölüme gönderiliyordu. Yolda ölenler vagonlardan atılıyor ve çaresizlik içerisindeki insanlar Sibirya’ya gönderilmekle tehdit ediliyordu. Yunus Bey’in anlattığına göre yolda doğum yapan bir kadının fark edilmemesi için önce kadınlar ve onların hemen önünde erkekler, halka oluşturup avazları çıktığınca bağırıyorlardı. Trenler durduğunda Krasnodar başta olmak üzere Rusya’nın farklı yerlerine gönderilen Ahıskalılar, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan Kazakistan ve Kırgızistan’da kalanlar kadar şanslı değillerdi. İnsanlar vatan hasretinin yanında artık hayatta kalma mücadelesiyle baş başaydı.
1957 yılında Kruşçev iktidarında alınan bir kararla, sürgüne gönderilen bütün toplulukların dönüşüne izin verilirken, Ahıska ve Kırım Türklerinin (Tatarlarının) dönüşüne izin verilmemişti. Bu karar, hiç şüphesiz Türkiye’nin Karadeniz havzasındaki stratejik üstünlüğüne bir tepki niteliği taşıyordu.
Bugüne baktığımızda; dünyada yaklaşık 400 bin, Rusya’da 100 binin üzerinde Ahıska Türkü yaşıyor. Uzun girişimlerin ardından 2007 yılında Gürcistan’a (Ahıska bölgesine) dönüş yasası çıkmış olsa da başvuranların oranı hayli düşük. Peki bu durum nereden kaynaklanıyor? Problem ve engeller neler?
Bu konuyu değerlendirmeye devam edeceğiz...