BİR URFA HİKAYESİ; Kahverengi bağcıklı kundura...

Yokluğun olağan olduğuna, açlığın sıradanlığına, umudun sonsuzluktan doğduğuna inanırdık viraneye terk edilmiş gecekondularımızda...

Bizi kimsesizliğimize hapseden o eski zamanlarda, kendi halinde biçare ve sevecen yoksullardık hepimiz...

O garip mahallede, zamanı hapsetmiş eskinin içinde, "yeni nedir", iyi nedir, doğru nedir diye ararken çok ama çok yorulurduk...

Kötülüğü bağrında, merhameti yüreğinde saklayan sokaklarımızda; farkındaydık ki biz aslında külliyen unutulmuştuk!..

Çünkü "kaçakçı" damgasıyla unutulmuştuk...

Yoksulluk adına unutulmuştuk, çaresizlik ve "kötü"lük adına unutulmuştuk...

Oysa bitmeyen nazlarımız yoktu ki, bizi bizden çıkartan!..

Şımartılmadık başlarımız okşanırken... Diken üstündeydik biz de, büyüklerimiz "pusu"lu sınırlardayken!..

Çünkü hayalleri bile mayınlı ve kaçak kokan günlerde geçiyordu garip çocukluğumuz...

Babamız kaçakta, anamız su kuyruğundayken çocuktuk biz, acıyı hissetse de en küçük tebessüme sığınan...

Çocuktuk biz; çaresizliğimize mecburen boyun eğen...

Ve çocuktuk biz, horlansak da umutsuzluğun önünde katiyen eğilmeyen!..

BARUTLA TÜTSÜLENMİŞ EKMEK!..

Orada; kehribarı andıran kayalıkların güneşe ayna olduğu o mazlum mahallede; kaçakçı atlarının aslında yuvalarımıza ekmek taşıdığını çok sonraları öğrendik...

Belli ki oyun değildi dörtnala giden menzilsiz fırtınalar...

Yapmacık değildi, bir kaçakçı vurulduğunda, hançereden çıkan zalim ağıtlar!..

Bilirdik ki, jandarma pususundan kurtulmuş kuru ekmek kadar kutsaldı artık korkularımız...

Katığımız kan gibi domates salçası, yüreğimizi ısıtan ise kuru ekmeğe savrulan kaderimiz gibi acı pul biberimiz...

Bunlardı, bizi yaşamak için ayakta tutan velinimetimiz...

Bunlardı, ölüm yolunda açken, bizi ayakta tutan şahsiyetli mücadelemiz...

İnsanların geçimlerini Suriye sınırından kaçakçılıkla sağladığı o mahallede çocuktuk velhasıl, bir fidana can vermeye hazır toprak gibi...

Serttik mecburen, direnmek için kayalar gibi...

Vicdanlıydık yarından umudunu kesmemiş ürkek kelebekler gibi...

Kına kokusu sinmiş Arap atlarının sırtında, korkunun yoldaşı olmuş babalarımız, Suriye sınırının pusularına çoktan alışmıştı...

Biz ise babalarımızın ekmek kavgasını, ağaçsız, susuz bir mahallede, kayalardan geçit vermeyen sokaklarda birer korku oyununa bile çevirmiştik... Tıpkı maytap kokan bayramlar gibi!..

Elimizde "pata tabancaları", yüreğimizde kaçakçı kahramanlığı, tenimizde Doğu'nun yarası Şark Çıbanı...

Ve hiç unutmadık ki; mayından filiz verir gibi fışkıran mücadelemiz, tıpkı barutla tütsülenmiş ekmekler gibi...

AYAKLARDA CIZLAVET LEKESİ!..

Urfa'nın Kötüler Mahallesi'nde, cehennem sıcağına rastlayan Ramazan aylarının sonunda, bizi kucaklayacak bayram belki de tek heyecanımızdı...

Garip yoksullardık viranelerde, pırıltılı zenginlik rüyaları gördüğümüz özlemlerimizde...

Bizi bizden alan minik coşkular, kayalıklardan küçük birer nehir gibi süzülen su birikintileri kadar saftı...

Bilirdik, ne olursa olsun hesapsızdı yaşamlarımız!.. Bilirdik; boş vermiştik yarınları, sebebi belli çaresiz kalışlarımız!..

Çünkü potansiyel pusular vardı yaşamlarımızda... Canımız yoksulluğumuza, yüreğimiz sevdamıza emanet olsa da geleceğimize kasteden tel örgüler vardı!..

Yaşamın en pervasız muhasebelerinden geçsek de, bozkırın ortasındaki gelincikler gibi, dik ve keskin durduk acımasız taarruzlara karşı...

Yine de küçük mutluluklarda yerden kesilirdi "cızlavet" lekesi taşıyan ayaklarımız...

Yine de gazete kağıdından uçurtmalardı ki, üzerinde muhakkak "özgürlük" yazan geleceğimiz...

AYIN ŞAVKI GİBİ!..

Urfa'da; kökeni soylu, adı "kötü" o mahallede, sıcak yaz günlerinde, gölgenin ebediyen izne çıktığı anlarda şeker bulaşmış coşkularımızın tek gerekçesi bayramlardı...

Çünkü bayramları beklerdik, gökyüzünü delen salıncaklarımızla buluşmak için...

Ve muhtemeldir ki, hem uzak, hem yakın duran bulutlarla her bayram adeta dans etmek için...

Şimdi tek soru var aklımda; tadı kaçan şekere, tebessüme yüz vermeyen çehrelere baktığımda, "biz mi unuttuk bayramları, onlar mı küstü bize?.."

Peki; bizi bizden, derdi bedenden, öfkeyi yürekten alan o bayramlar nerede söyler misiniz?..

Nerede akide şekeri tadında yüzümüzde ayın şavkı gibi vuran çocukluğumuz?..

Ve söyleyin nerede yastık altında tuttuğumuz kahverengi bağcıklı kunduralarımız?..

Bugün yine bayram... Vicdanın damarlarına hisler düşer sanki eski için sızlarken yine burnumuz...

Bugün bayram... Hadi kenetlenin, ne olursa olsun yaşıyorsak, özlemlerimize yürekten vurgunuz!..

Küçük mutlulukların tükenmeyen coşkusuyla; limon şekeri tadında, sevginin baş köşesinde, nice mutlu bayramlara...

Yazarın Diğer Yazıları