Doğayla konuşamayanların ressamlık iddiası olmamalı

Doğayla konuşamayanların  ressamlık iddiası olmamalı
Resimde karakteri yakalamak için çizim yapılması şarttır. Maalesef Türkiye'de de çoğu sanatçı aynı figürleri yapıyor. Oysa doğada her şey farklıdır. Ve yine kendi tarzım derken dönüp dolaşıp hep aynı tarzda resim yapıyorlar. Aynı şeyleri yapmak tarz değil. Tarz, her şeyden önce karakter demektir. Doğadaki suyun, ağacın, kuşun dilini anlayan insana sanatçı denir.

Röportaj: Mayis Alizade

Değerli okuyucularım bu haftaki konuğum uzun yıllardır Türkiye''de yaşayan Türk yağlıboya sanatının önemli ustası Azerbaycanlı ressam Teymur Ağalioğlu. 1976''da Bakü Ezim-Ezimzade Devlet Ressamlık Okulu ve 1981''de Tiflis Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü''nden mezun olan Ağalioğlu yirmiden fazla sergiye katıldı. Sanatçının T.C. Kültür Bakanlığı, Denizli Belediyesi, Alanya Müzesi, Malezya, Fransa, İngiltere, ABD, Avustralya, İsviçre, Hollanda ve Almanya''da özel koleksiyonlarda eserleri bulunmakta.

Teymur Ağalioğlu Türkiye''de devletin resim sanatına genel ilgisizliğini eleştirdi.

Yeniçağ: Otuz seneden bu yana Türkiye''de olduğunuzu ve Türk resim sanatına değerli katkılarınızın olduğunu biliyoruz. Türk sanatseverlere kendinizi gazetemiz aracılığıyla bir daha tanıtmanızı rica edebilir miyiz?

Ağalioğlu: 1953''de Gürcüstan''da Türklerin çoğunlukta yaşadığı Gardabani bölgesinde doğdum. Eğitimimi Azerbaycan''da aldım. Çocukluğumdan beri hep resim yaptım. Azerbaycan''daki Güzel Sanatlar Üniversitesi sınavlarına yetişmek için eşyalarımı eski ahşap bir bavula doldurarak trenle yola çıktım. Ancak tren hareket ettikten bir süre sonra görevli biletimin yanlış olduğunu söyleyerek beni indirdi. Sınava yetişmem için mutlaka gitmem gerektiğinden en arka vagonun kapısına asıldım. 10 dakika sonra içerden beni görüp görevliye haber verdiler. Beni içeriye alınca vagondaki Gürcü askerlerin arasına karıştım. Sınava yetişmeme rağmen mülakattan geçemeyip geri döndüm. Yıl 1971''di. Kendi isteğimle askere gittim. Babam da resim yapıyordu, Moskova''daki Halk Üniversitesi''nde okumuştu. Askerdeyken ben de uzaktan sınavla orayı kazanmıştım. Ancak yine Bakü''ye üstünlük verdim ve Ezimzade Ressamlık Yüksek Okulu''na kaydoldum. İkinci sınıfta hocam Akademiye gidebileceğimi söyledi. 1976 yılında Tiflis Güzel Sanatlar Akademisi sınavlarına katılarak kazandım. 1981''de mezun olurken çok iyi ve kapsamlı akademik eğitim görmüştüm. SSCB''nin dağılma sürecinde ailemi geçindirmek için bekçilikten çiçekçiliğe kadar her işi yaptım. Erken evlenmiştim, dört çocuğumu geçindirmek zorundaydım. Sovyetler döneminde tablo satmak yasaktı, devletin kendisi senden alıyordu. 1980''lerin sonlarında SSCB lideri Mihail Gorbaçov tablo satışına izin verince resim piyasasına da açıldım. Sınırlar açılınca ilk kez 1991''de gelip Türkiye''yi gördüm. 1992''de arkadaşım Ümmet Karaca ile geldik. 1994''te temelli olarak ailemi de getirdim ve hepimiz burada kaldık. Bir süre Antalya bölgesinde çalıştıktan sonra 1996''da Erkan Zenger beni Ankara''ya davet etti. Ankara''da Nefertiti isimli sanat galerimi kurdum, dersler verdim, ağırlıklı olarak eski SSCB''den gelmiş ressamların sergilerini açtım. Çocuklarımın üçü güzel sanatlar eğitimi almıştır. Uluslararası yarışmalara katıldım, ABD''den ödül alarak döndüm. Türkiye''nin tüm illerini dolaştım. 2006 yılında Kültür Bakanlığı ''Türkiye resimleniyor'' isimli projeyi uygulamaya koyduğunda beni Kars''a gönderdiler. Katalog basıldı, Kars''ta yaptığım resimler Bakanlıkta sergileniyor. 2017''den bu yana İstanbul''dayım. Doğada çalışıyorum. Akademik eğitimim portre ve figür üzerinedir. Atatürk''ün, Abdullah Gül''ün, Nursultan Nazarbayev''in portrelerini yapmışım. Yaptığım Atatürk portrelerinden bir tanesi halihazırda Cumhurbaşkanlığı Külliyesi''nde asılıdır.

Yeniçağ: Gününüzün kaç saatini atölyenizde geçiriyorsunuz. Tabii ki hep resim yapma anlamında sormuyoruz.

Ağalioğlu: Ben hep açık havada çalıştım. Şimdiye kadar ayrıca atölye tutma ihtiyacı hissetmemiştim. Şimdi atölyem aynı zamanda depo haline geldi, resimlerimi burada muhafaza ediyorum.

Yeniçağ: Muhammed Fuzuli şiirle ilgili olarak "Bilimsiz şiir temelsiz duvar olur, temelsiz duvar gayet de bi-itibar olur" demiştir. Resmin temelini teşkil eden çizimle ilgili düşüncenizi öğrenebilir miyiz? İlya Repin gibi resim sanatının en önemli ustalarından biri ölene kadar her gün 2-3 saat çizim yapmıştır.

Ağalioğlu: Çizim olmadan hiçbir eser olmaz. Her şeyin anatomisi vardır, çizim onların anatomisidir. Resimde karakteri yakalamak için çizim yapılması şarttır. Maalesef Türkiye''de de çoğu sanatçı aynı figürleri yapıyor. Oysa doğada her şey farklıdır. Ve yine kendi tarzım derken dönüp dolaşıp hep aynı tarzda resim yapıyorlar. Oysa aynı şeyleri yapmak tarz değil. Tarz, her şeyden önce karakter demektir. Doğadaki suyun, ağacın, kuşun dilini anlayan insana sanatçı denir. Resim yapmayı öğrenmiş her bir insan birebir tablo çalışabilir. Ancak onun adı sanat olmuyor. Senin içinde farklı bir şeyler varsa, onu sanat haline getiriyorsun. Sanatın senin içinden tuale dökülmesi gerekir.

Yeniçağ: Dünya resim sanatında örnek aldığınız sanatçılar kimlerdir?

Ağalioğlu: Cezanne, Monet, Van Gogh... Hepsine saygı duyarım. Ancak benim için hepsinden daha önemlisi ''Azerbaycan''ın Van Gogh''u'' diye nitelendirilen Settar Behlülzade''dir.

Yeniçağ: Neden?

Ağalioğlu: Çünkü Behlülzade kendi doğasını resme aktarmıştır. Biz hepimiz öğrenciyiz. Bazen kendi arkadaşlarımızdan, bazen öğrencilerimizden öğreniyoruz. Yaratıcı insan için en önemli şey düşünmeyi bilmektir. Bazen saatlerce, günlerce düşündüğüm oluyor.

Yeniçağ: Yani sizin için "Ben zirveye eriştim" diye bir durumun söz konusu olamayacağını diyorsunuz.

Ağalioğlu: Tabii ki yoktur ve olmayacaktır. Settar Behlülzade doğayı öğrene öğrene, hissede hissede o noktaya gelmişti. Leyla ile Mecnun''da Mecnun''un Leyla''ya söylediklerini her defa yeniden okuduğumda Fuzuli''nin o dünyada eşi bulunmayan eserine illüstrasyonlar çizmiş Behlülzade''nin doğaya nasıl aşık olduğunu daha iyi anlıyorum. Doğaya aşık olan Behlülzade dünyayı da kendini de aşmış bir sanatçıdır. Bakü''deki Güzel Sanatlar Müzesi''nde Settar Behlülzade odasına her girdiğimde orada doğadan gelen müzik sesi duymuşum. O sesi dünyanın hiçbir ressamının odasında duymadım. Amsterdam''daki Van Gogh Müzesi''ne de gittim, orası da müthiş bir yerdir. Renklerin büyüsüne kapıldım, ayrılamıyordum. Dışarda Van Gogh''un kitaplarını almaya korktum. Çünkü tablolarındaki renkleri olduğu gibi kitaplarda bulamayacaktım. Resimler beynime yerleşmişti, onun için çok istememe rağmen kitapları alamadım.

Yeniçağ: Kendinize direnerek bugünlere gelmeniz size ne kazandırdı, kaybınız var mı, varsa pişman mısınız?

Ağalioğlu: Azimzade Yüksek Okulu''nda öğrenciyken hoca dedi ki, biz size elma yapmayı öğreteceğiz. Buradan şimdiye kadar binlerce öğrenci mezun olmuştur ancak onların kaçı ressam oldu? Sizlerden de kaçının ressam olacağını bilemiyorum. Ben ressamları ikiye ayırıyorum: Para için resim yapanlar, para için değil sanat için yapanlar. 70 yaşımda hâlâ maddi sıkıntılarım var ama bunu kimse bilmiyor, hissettirmiyorum. Resimlerimi aşkla yapıyorum, birileri alıp duvarına astığında mutlu oluyorum. İnsanlar benim resimlerimi kolay kolay satamazlar. Çünkü eserlerimi alanlar benim sanatımı anlayarak alıyorlar. Benim için en önemli husus resimlerimi yaparken aldığım keyiftir. Sokakta çalışırken gelip "Ne yapıyorsun?" diye sorarlar. İşte en çok sinirlendiğim, deliye döndüğüm andır o anlar. Düşünün ki, birisiyle aşk yaşıyorsun, dışardan gelip sana "Ne yapıyorsun?" diye soruyorlar. İşte bu aptallık beni çok üzüyor. Daha Sovyet zamanında eserlerini seve seve okuduğum Nobel ödüllü Amerikalı yazar William Faulkner''in, "Söz konusu yazarın maddi özgürlüğüyse o zaman bana önerilecek en iyi iş genelev sahipliği olurdu" dediğini hatırlıyorum. Çok isabetli söylemiştir. Para kazanma niyetine eline fırça alanların yapacağı çok farklı ve kazanç getiren işler vardır.

Yeniçağ: Türk resim sanatında ruhunuza ve sanat anlayışınıza yakın gördüğünüz hangi sanatçılardan etkilendiniz?

Ağalioğlu: İbrahim Çallı ve döneminin sanatçılarını çok önemsiyorum. 1956''ya kadarki dönem yani. Ondan sonra Türk resim sanatına getirilmiş farklı akımlar ortaya bir dizi farklı ve aşısı tutmayan durumlar çıkarmıştır. Ben Türk resmini rotasını kaybetmiş bir gemiye benzetiyorum. Üzerine oturduğu temel bir kökenin olmadığını düşünüyorum. Türkiye''de sanatın gelişmesi çok zordur. Bunun ana nedeni devletin sanata verdiği hiçbir desteğin olmamasıdır. İbrahim Çallı, Nazmi Ziya, Hikmet Onat''ın kendi çabalarıyla büyük katkılar sunduğuna inanıyorum. Düşünün ki, hâlâ Avrupa''dan buraya gelip "Resmi şöyle yapın, böyle yapın" tarzında telkinlerde bulunuyorlar. Bunlar çok üzücü şeylerdir bana göre.

Yeniçağ: Ama galeriler var, müzayedeler yapılıyor, Devlet Resim ve Heykel Müzesi açıldı. Bunlar az mıdır sizce?

Ağalioğlu: Müzelerdeki durum da genel durumdan farklı değildir. Sayısız resim görmene rağmen sadece birkaçının önünde durup inceleyebiliyorsun. Bir Rembrandt, bir Cezanne burada yoktur. Ustaların çok olmasına rağmen seni alıp götürecek resim sayısı çok azdır. Sanatın seni ısıtması gerekir. Sergiler pazar yerine dönüşmüştür, "Kaç tane sattın?" diye soru soruluyor. Oysa sergi, sanatçının kendi duygularını paylaştığı yerdir. Kaç kişi benim duygularımı hissedebildi? İşte önemli olan bu noktadır. İnsanların doğuştan bir aurası vardır, tanımadığın bir insana uzaktan bakıp güzel diyebiliyorsun. Sergi açılışlarındaki durumları da ben buna benzetiyorum.