Tabiat, yanlışlık, eğrilik, sapma üzerinde akıp gitmez. Aksi halde düzen hemen yıkılır, güneş sistemi bir gün dayanamazdı. Tabiatta yalan yoktur. Tabiat, yüklenmiş olduğu düzeni olduğu gibi yerine getirmektedir. Bu düzeni ve kendi düzenini bozan sadece insandır. Dolayısıyla doğruya çağırılan insandır ve onun toplum düzenidir. Ahlak, dürüstlük üzerine inşa olmuştur. Din, doğruluk üzerinde yürür. Adalet, iktisadî hayat, doğruluk üzerinde yürürse iyi ve güzel olur. Bilim gerçek üzerine, doğru bilgi üzerine inşa edilir.

Yalan söyleyen yalnızca insandır. Yalan, bilerek gerçeği değiştiren bir söz ve yöneliştir. Bilerek olmazsa, ya yanlış algılanma ve aldanıştandır, ya kendisine yalan söylenmiştir, farkında olmamıştır. Buradan sorumluluk farkı doğar ama, yalanın yıkım süreci değişmez. O kadar kötü, o kadar yıkıcıdır ki, zincir bozulmaz. Yalan olmayıp, sadece yanlış da olsa, bunun üzerine, ne ahlak, ne adalet, ne bilim, ne siyaset kurulabilir.

Yaratıcı, insanın da tabiatın doğruluğu gibi doğru olmasını istemiştir. Tabiata verilmiş olan gizli emir insana açık olarak verilmiştir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” (Hûd, 112).

Doğruya varmak için düşünmek gerekiyorsa düşünülecek, aklı kullanmak gerekiyorsa akıl kullanılacak, araştırmak gerekiyorsa araştırılacaktır. Mutlak Rehberimiz şöyle der: “Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse, doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra pişman olursunuz.” (Hucurât, 6).

Doğru olmayan bilgiler ile insanı ve insanlığı açıklayamayız. Doğru olmayan bilgiler ile bilimi inşa edemeyiz, gerçeği yansıtamayız. İdeoloji oluşturmak için bile doğru bilgiye ihtiyaç vardır.

İdeoloji, bilim, siyaset, din alanlarında, doğrular, kendi yerlerinden oynatılabilmiş, doğrular “bana ait”, “benim doğrularım” haline gelebilmiştir. Doğru eğer evrensel ise, ki öyledir, görece (izafi) olmamalıdır. İdeolojiye, siyasete kurban edilmemeli, Hakikatın yolunu kesmemelidir. Doğru veya yanlış kanaat sorunu, daha işin başında, mesela maddenin ne olup ne olmadığında başlayabilmiştir. Madde duyularla mı elde edilir, yani duyularla mı ispatlanır, yoksa başka ölçütler mi gerekir? Bir pastanın ispatı, yenilmesidir demişlerdir. Yani maddenin ispat yeri duyulardır. Öyle midir? Peki insan yeryüzüne gelmeden madde, onun faaliyet bütünü olan alemler yok muydu? Oraya duyularla değil, akılla varmıyor muyuz? Hiç kimse çıplak gözle bir atom görmemiştir. Proton ve elektron da görmemiş, bağımsız olarak tutmamış, dokunmamıştır. Ama bunların varlığını biliyoruz. Pastanın varlığını tadarak anlarız ama, içine katılan zehiri, yani diğer bir maddeyi, tadarak anlayamayız. Anlamak için aklın ortaya koyduğu başka metotlara ihtiyaç vardır. Demek ki doğru bilgi kadar doğru bilgiye ulaşmanın yolları ve usulleri de önemlidir.

Yanlışlık, süreklilik kazanmamalı, mutlaka düzeltilmelidir. Bilim alanında bile yanlışlığa rastlanabilmiş ve farkına varılarak veya varılmayarak ideolojide kullanılabilmiştir. Meselâ, tesadüf ve zorunluluk, tabiat kanunları ve kanun istisnaları konularında bunlara rastlarız Katı hallerde cismin molekülleri arası sıktır, sıvı hallerde seyrektir. Fakat su ve buz istisna teşkil eder. Evrensel bir fizik kanununda, istisnası olan bir kanundur. Buzda moleküller seyrek, suda sıktır. Yani normal durumun dışındadır. Suyun diğer bir istisnası vardır: Sıfır derece (0°) ile artı dört (+4) dereceye doğru bütün maddelerde hacim artarken (seyreklik arttığı için), suda hacim eksilmesi olur. +4 dereceden sonra normal kanuna uyar. 0° ile +4° arasında su ısındıkça moleküller arası, diğerlerinin aksine sıklaşır. Bu istisna ne içindir? Göl ve denizlerin diplerinin donmaması, oradaki canlıların yaşaması içindir. Üst kısımlar donar, donma dibe kadar inmez. Yani tabiat kanunları kendiliğinden veya tesadüfî değildir. Arkasında bir irade bulunur. Bu istisna bir fren sistemidir. Fren sistemi, tesadüfü de, kendiliğindenliği de ortadan kaldırır. Bir makine, bir otomobil, başlatıcısını unutsak bile, kendi kendine sürekli çalışırken, sisteme bir fren eklenmişse, bir irade, amaç var demektir.

Tabiat Kanunları da, toplum kanunları da aynı durumdadır. Esasen tesadüften kanun oluşmaz. Kanun varsa tesadüf yok demektir, tesadüf varsa kanun oluşamaz demektir. Tesadüf varsa amaç ve irade yok demektir. Amaç varsa, irade var demektir. Tesadüfi zannettiğimiz bir olay, ondan çok uzakta bir başka tesadüf zannettiğimizle birleşiyor ve bir bütünlük teşkil ediyorsa, tesadüf yok, irade ve kanun var demektir. Demek ki yanlış bilgiler veya “zan”lar bizi Hakikata ulaştıramaz. Oraya ancak doğru bilgilerle varırız.

Tabiattan sosyal alana geçersek, aynı insan, seçmeye, alternatif keyfiyetine, doğru ve yanlışa, peşin hükme veya araştırmaya, hileye ve yalana müsait yaratılmış aynı insan, sahnede başka pürüzler çıkarır, doğruya ulaşabildiği kadar ulaşamayabilir veya daha kötüsü, yanlışı doğru zannedebilir. Bilerek yaparsa zulme de başvurabilir.

Siyasette, idarede, tarih yazıcılığında, doğru bilgi-yanlış bilgi, dürüst bilgi veya saptırılmış bilgi, sosyal hayatın gidişatını belirler. Yanlış bilgi hata yaptırtır, doğruya değil yanlışa götürür ve toplum ve fert kısa veya uzun vadede zarar görür.

İnsanın sürü hayatı yaşadığı dönem var mıdır? Vardır diyenler, ideolojileri gereği bizi doğrudan mahrum bırakabilirler. Bebeğin ve sonra çocuğun hayatta kalabilmesi için böyle bir şey mümkün değildir ve olmamıştır. Zeka seviyeleri yüksek olan hayvanlarda bile sürü hayatı yoktur. Toplu halde bulunduklarında, aile sınırları belirlidir. Anasını kaybeden yeni doğmuş bir fil yavrusuna, öbür filler bakmayabilir ve ölüme mahkûm olur. Beşyüz bin yıl önce yaşadıkları belirtilen insanlara ait kazı sonuçlarında, mağaradaki aynı mezardan erkek, kadın ve çocuk iskeletleri çıkmıştır ve aile hayatı yaşadıkları anlaşılmıştır. Doğru olmayan bilgiler, bilimin öne çıkmasını engeller. İdeolojileri bile saptırır.

Modern zamanlara gelelim ve örneklendirmeye devam edelim. “Tek adam rejimi çok sesliden iyidir.” Doğru mudur? En azından, birinden kurtulmak ve değiştirmek zor, diğerinden kurtulup değiştirmek kolaydır. İnsanlığın tarihini takip ettiğimizde yanlış ve doğru yargıyı anlarız. Tecrübe, bizi kötüye doğru yol aldırmaz. Ama bugün Türkiye’de çok şey ters-yüz edildiği gibi, bu da bizi geriye itmiştir. Tecrübeye rağmen, sürece ait doğru bilgiyi gözardı etmişiz demektir. Yanlış bilgileri geçiniz, toplum uydurulmuş, bilgiler iftiralarla, yalanlarla donatılmış gibi olmuşsa, sonucun ne olacağı ortadadır. Bir devlet başkanı yalan ve yanlışlıklar üzerine işleri yürütürse, kendisi yalan üretirse ne olur? Bunu anlamak bugün çok kolaylaşmıştır.

Dinî hayata gelelim. Dinî hayat doğru yerine yanlış meselesinden en çok nasibini almış, en fazla zarar görmüş bir hayattır. Yanlışlar, hem kendi içinden hem dışından gelebilir ve gelmiştir. Doğru zennettiğimiz yanlışlar, ezberlenen gerçek dışılıklar, ezberlenen gereksizlikler, dini hayatta pek boldur. Yanlışa, peşin hükümlere ve maksatlı kurgulara alışmış birisi, Kur’an 200 yıl sonra yazıldı diyor. Ayetlerle hadisleri birbirine karıştırdığı belli oluyor ama maksat, önceki kutsal metinlerin akibetini son safhaya da uzatmaktır. İçeriye bakalım: Hadis uydurursanız böyle olur. İlk sosyal laboratuarda olup bitenlerin yerine başka hikâyeler uydurursanız, böyle olur. Keffaretle ceza birbirine karıştırılırsa, ne olacağını düşünüyordunuz? Keffaret, neyin karşılığıysa, iyi ve faydalı bir şey yapmaktır. Ceza değildir. Örtmek, gizlemek (küfür kökünden gelir), örtmek-gizlemek için telafi etmek, yani iyi bir şey yapmak demektir. Ceza vermek değil, cezayı/zararı telafi etmektir. Köle azat etmek, oruç tutmak, açları doyurmak, para yardımı yapmak gibi. Mücadele süresinde, zıhar yapanların (eşini anasına benzetip boşanmaya kalkanların), bu aile yıkıcı, korkunç işten vazgeçmekte mutmain olmaları için bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması gerektiği beyan edilir. Buna imkân bulamayanların aralıksız iki ay oruç tutmaları istenir. Buna da gücü yetmiyorsa, altmış fakiri doyurur. Buna da gücü yetmiyorsa, başka yerde belirtildiği gibi, Allah’tan af dileyip oturur. Telafi ve hafifletme, güç oranına göre düzenlenmiştir. Demek ki keffaret, ceza değildir. Biz ne yapmışız, tuttuğu orucu bilerek bozan kişiye 60+1 gün oruç tutma cezası (!) vermeye kalkmışız. Oysa ibadet ceza aracı olarak kullanılamaz. İbadet, ibadettir. Yine ibadet, yapılması gereken bir borç gibi telakki edilmiştir. Allah’a borç vermek, sadece başkasına maddi yardımda bulunmak anlamında mecazen kullanılmıştır. İhlasın, huzurun, huşunun, vecdin esas olduğu ibadeti borç şeklinde yorumlamak doğru olmaz. İbadetin esasındaki duygular, borçlunun borcunu edemesinin ötesinde duygulardır. Borcunu ödeyen rahatlar ve sıkıntıdan kurtulur. Bir daha da borç etmemeye çalışır. Oysa ibadet eden ibadete devam edecektir. Borcunu ödeyen yine borcum olsun diye düşünmez. İbadet, huzura çıkmak, huzurda olduğunu bilmek, bütün kalbiyle yönelmektir. Bunun için buluşmak (randevuya uymak) gerekir. Valinin huzuruna çıkmak için dün buluşmamız (randevumuz) vardı, çıkamadım, bugün bu borcu ödeyeyim, der miyiz? Bugünkü artık yeni bir buluşmadır. Dünkü geçmiştir. O halde kaza namazı diye bir şey yok mudur? Elbette bunu da müzakere etmek gerekir. Oruçta da “tutamadığımız günler sayısınca başka günlerde tutmak”, ramazan ayı dışında değil, yine o ay içindedir.

Din ve taat, bir muhasebe işi değildir. İşin içine hesabı sokarsak, menfaatı sokmuş oluruz, manevî hayatımız zedelenir, anlamını yitirir. Allah’ın, aklımıza, gönlümüze, vicdanımıza uygun düşürerek araya soktuğu muhasebe, adalettir. Hak yerine gelmeli, çiğnenmemelidir. Başta Allah’ın hakkı verilecek, tabiatın, toplumun, birbirlerimizin hakları yerine getirilecektir. Buna fazladan iyiliklerimiz eklenecektir. Kul hakkının herşeyden önde olduğu bilinen birşeydir. İşte muhasebe burada geçerlidir.

Din bir şekil işi de değildir. Çünkü insan robot değildir. Disiplin esastır, disiplin için şekil (form) de gerekebilir ama ruhun yerine şekil geçemez. “Disiplin ruhu” eksikse, şekil onu örtemez. Misaller arasından yine birini seçelim. Namazda, secdedeyken sağ ayağın başparmağı kıvrılıp o da kıbleye dönmüş olacak. Aki halde namaz kabul olmaz. Tabiatıyla “kabul olmaz” hükmü dinin özüne göre değildir. Herşeyde olduğu gibi, namazda da Hz. Peygamber örnek olduğuna göre, namazda böyle bir beden tavrı gösterdiği muhtemelen gözlemlenmiş olabilir, fakat buna dair ne bir sözü, ne bir ısrarı vardır. Aksine “şöyle olsa daha iyi ama ben rahatsız olduğum için böyle oturuyorum” dediği vâriddir. Doğru bilgi olmayınca din, din olmaktan çıkar.

Demek ki Hakikata varabilmek için iyi niyete, ihlasa, samimiyete, gayrete olduğu gibi, doğru bilgiye de ihtiyaç vardır.