Eğitimi telafi düzeltir mi?

İki yıl kayıp etmiş eğitimi hangi yöntemi denerseniz deneyin eski kalitesine ve seviyesine çıkaramazsınız. Bu sebeple bakanlığın yasak savma kabilinden ortaya attığı "Telafi eğitimi" hiçbir şeyi telafi edemez.

Millî eğitim, nitelik olarak düşük seviyelere inmiştir. İyi bir seviyeye çıkmasının tek bir yolu var o da eskisi gibi okulların açılması.

Gerisi boş laf.

Eğitimin pandemi süreci boyunca hiç konu edilmeyen bir yüzü daha var: O da, yükseköğretim.

Herkes Millî eğitimi konuşuyor da üniversiteleri hiç görmüyor, konuşmuyor. Hâlbuki asıl büyük kayıp orada yaşanıyor.

Birincisi üniversiteler de tıpkı Millî Eğitim''e bağlı okullar gibi pandemiye hazırlıksız yakalandı. Evet, bütün üniversitelerde üç aşağı beş yukarı uzaktan eğitim programları vardı. Bazı dersler böyle verilmekteydi ancak, mesleki dersler alanında böyle bir çaba yoktu. Daha çok kültür dersleri ortak özellikleri itibarıyla öğretim eleman sayısının durumuna göre uzaktan veriliyordu. Bu sürecin dezavantajları olsa da avantajları da vardı.

Örneğin, öğrenci bir taraftan okula devam ettiği için, uzaktan eğitim derslerini üniversitenin internetinden, bilgisayar laboratuvarlarından takip edebiliyordu. Pandemi bu imkânları ortadan kaldırdı.

Pek çok öğrenci maddi imkânları olmadığı için canlı dersleri takip edemedi. Bir kısmı umursamadığı için hiç ilgilenmedi. Bazı öğrencilerin ise, tıpkı Millî Eğitim öğrencilerinde olduğu gibi ne tableti ve ne de bilgisayarı vardı.

Peki nasıl sınıf geçtiler.

Nasıl eğitim konularını anlayacak düzeye eriştiler?

Yüz yüze eğitimde olduğu gibi kapsamlı öğrenme gerçekleşmedi dersek hiç hata yapmayız.

Niçin?

Çünkü az evvel de belirtiğimiz gibi, öğrenci, sınıf ortamından, hoca etkileşiminden, ders içeriklerinden uzak kaldı.

YÖK, ders değerlendirmeleri konusunda isteyen öğretim elemanının ödevle değerlendirmesine olanak tanıdı. Öğretim elemanlarının büyük bir çoğunluğu bu yöntemle öğretim değerlendirmesi yaptı. Aklı başında herkes bilir ki, böyle bir değerlendirme sübjektifin de sübjektifidir.

Birincisi, öğrencilerin büyük çoğunluğunun her bir dersten, her bir hocanın verdiği ödevi bizzat okuyup araştırıp, çalışarak yapması imkânsız.

İkincisi, velev ki yaptı diyelim. Hocanın bu kadar fazla sayıda ödevi layıkıyla okuyup değerlendirmesi gene imkânsız.

Öyle ise?

Yükseköğretim, öğrenci başarısı, program erişişi ve nitelik bakımından tüm zamanlar içinde en fazla kayıp verdiği süreci yaşamıştır.

Peki, üniversitelerde nitelik kaybı ne anlama gelir?

Sorunun cevabı, çok açık ve basit. Eğitimin nitelik kaybı demek, aynı zamanda mesleki yetersizlik demektir. Bir başka ifadeyle, mühendis olması gerektiği bilgi ve beceriyle donanamamıştır.

Hayali staj yapmış, diş teknisyenliği okuyan yüksekokul öğrencisi, el becerisini hocasına gösterememiştir.

Bu durum; her bir öğrenciye mesleki bilgi öğreten yükseköğretimin, mezun ettiği her bir öğrencide olması gerekenle olan arasındaki farkı artırdığı ve yetersiz kaldığı için mesleki kaliteyi düşürdüğü anlamına gelir.

Türkiye iki bakımdan kayıp kuşak sorunuyla baş başa.

Birincisi, virüsün olmadığı süreçte, rastgele açılan üniversite ve fakülteler sebebiyle binlerce öğrenci (meslek eğitim almış kişi) yetiştirerek sokağa terk edildi. Çünkü eğitim ile ekonomi arasında ilişki kurulmadı. Yani, üniversiteler üretimi (mezunları) hangi ekonomik ihtiyacı karşılamak için yapıyordu, bu belirsizdi.

Neden?

Ülke kalkınmasına yönelik iktidarın hiçbir planı yoktu da ondan.

Her şey rast gele seyrediyordu. Sonunda mezunların ekonomide bir karşılığı olmadığı için insanlar işsiz kalıyordu.

İkinci kayıp kuşak da, virüs sürecinde yetiştiği söylenen üniversite mezunlarının aslında beklenen düzeyde yetiştirilemediğinden vasat ya da vasatın altında bilgi, beceri ve donanıma maruz kalmalarından kaynaklanıyor.

Bu durumda eğitim, ister Millî Eğitim Bakanlığı''na bağlı okullarda, isterse üniversitelerde olsun, telafisi imkânsız nitelik kaybıyla karşı karşıyadır.

Yazarın Diğer Yazıları