“First Leydi Hayrünnisa Gül!”

Namık Tan, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü iken, TED Ankara Koleji Vakfı Okulları’nın gelenek hâline getirdiği sohbet toplantılarından birine katılmış, konuşması sırasında sık sık İngilizce kavram ve kelimeler kullanmıştı.
Tan’ın bu haline içerleyen öğrencilerden biri, “Türkçenin bu kadar kirlendiği bir dönemde Türkçeyi kullanırken daha özenli olmanız gerekmez mi” itirazında bulununca, Dışişleri Sözcüsü Tan’ın gösterdiği tepki gerçekten ibrete değerdi:
“- Türkçe konusunda çok tutucu olmamak gerekir. Türkçe çok zengin bir dil değil. Kullandığımız kelimeler arasında Arapça, Farsça kelimeler de bulunuyor. Kendimizi küçük alanlara sıkıştırmamalıyız. Başka lisanlardan intikal eden kelimeleri de kullanmalıyız!”
Türkiye’yi bütün dünyada temsil eden Bakanlığın sözcüsü hem kendi lisanı ile kendi ülkesinin öğrencilerine derdini anlatamıyor, hem, kendi dili ile konuşmayı “küçük alanlara sıkışmak” olarak görüyordu.
Şimdi siz bir, Türkiye’de görev alan ABD ve İsrail elçilerinin Türkçe biliyor olmalarını bir de Türkiye’deki bir Türk hariciyesinin Türkçe zafiyetini akıl ve vicdanınızda tartın ve Türkiye’nin uluslararası alanda başına pek çok kötü şey niye geliyor bir de bu zaviyeden düşünün bakalım... Düğün değil bayram değil nedir bu Türkçe hassasiyeti diyenleriniz olabilir.
Dostlar, öteden beri gazeteleri okuyor, televizyonları seyrediyorum, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşleri Hayrünnisa Gül ile ilgili haberlerin cümlesinde Hanımefendi için, “First Lady” deniyor, başka bir şey denmiyor.
Hep birlikte düşünmeye davet ediyorum: Türkçe ile kadim hesaplaşması olan kriptolara alıştık da en milliyetçi, en muhafazakâr, en İslâmî kalem ve kafaların bile Cumhurbaşkanının eşlerine “First Lady” demesi, sizce sadece “akla ziyan” bir durum mu, “kasıt” mı yoksa aralarında Türkiye’nin de bulunduğu İslâm âleminin Batı karşısında duyduğu “aşağılık hastalığının” şuuraltı bir tezahürü mü?
Daha yeni TRT’yi ziyaret eden Gül ve eşi için her gazete sayfaları ve televizyon ekranları yine “First Lady” yakıştırması ile doldu taştı.
Benim canımı sıkan esas meselelerden biri de Gül ve eşlerinin o koltuğa oturdukları günden beri kendilerine yakıştırılan ve yapıştırılan bu “First Lady” sıfatına hiç itiraz etmemeleri, kabullenmiş olmalarıdır. Bu konuda İngiltere’nin Cumhurbaşkanı’na verdiği “Chatham House” ödülü ile irtibat kurarak epeyce şeyler söyleyebiliriz amma mesele “kavga çıkarmak” değil, tepeden tırnağa düştüğümüz zihinsel hâli görmek ve göstermek, anlamaya çalışmak...
Bizim kültürümüzde “Diline, eline, beline sahip çıkmak” geleneği vardır ve biz “Dile sahip çıkmayı” genelde yalnızca boş, kem ve günah söz söylememek, iftira ve gıybet etmemek olarak anlar, anlatırız. Doğrudur amma yeterli midir? Bu bahiste biraz tereddüdüm var. Çünkü Anadolu’yu Türkleştiren o damarın “dile sahip çıkmak” derken Türkçeye da sahip çıkmayı bu düsturun içerisine koymak istediklerini idrakte fayda var.
Zirâ dil, yani lisan yoksa, din de gider, vatan da devlet de... Bu bizim iddiamız değil, tarihin hakikatidir. Türkçeyi unutan Türk kavimleri bugün Hıristiyan’dır.
Türkçeyi “dar alan” ve “küçük dil” olarak gören ve yabancı dillere özenenlere ve “Atatürk” diyemedikleri için “Gazi Mustafa” diyerek asker arkadaşına seslenir gibi seslenenlere yine Atatürk’le cevap vereceğiz:
“-Öyle istiyorum ki, Türk dili bilim yöntemleriyle kurallarını ortaya koysun ve her dalda yazı yazanlar bütün terimleriyle çoğunluğun anlayabileceği güzel, âhenkli dilimizi kullansınlar..”
Atatürk’ün milletine çizdiği bu ufkun yıllı, 1931’dir.
Bir o ufka, bir de caddeleri, sokakları, tabelaları ve okulları, eğitim öğretimi ile bugünkü Türkiye’ye bakınız...
Ardından da Fransa’sından İngiltere ve Almanya’sına kadar özenilen AB’nin kendi dilleri söz konusu olduğunda duydukları hassasiyet ve gösterdikleri kıskançlığa bakınız, ağlayınız...

Yazarın Diğer Yazıları