Antik Yunan’dan günümüze, "adalet" kavramı hep bir akıl yürütmenin, hep bir çabanın, çoğu zaman da bir kandırmacanın öznesi olmuştur. Platon, Devlet adlı eserinde erdemli toplumun bekasını filozof krallara bağlarken, sıradan vatandaşın karar yetisini pek ciddiye almaz. Demokrasi ona göre “cahil çoğunluğun” oyuncağıdır. Yani halkın iradesi, çoğu zaman cehaletin hükmüne teslimdir. Tanıdık geldi mi?
Roma’da hukuk, jus civile’den jus gentium’a geçerek evrenselleşmeye çalıştı. Ama orada da kimin yurttaş olduğu, kimin köle sayılacağı "güç" merkezli tanımlanmıştı. Hukukun gücü vardı ama o güç önce Sezar’a, sonra Senato’ya hizmet etti. Bugün de kimi yasalar “millet için” çıkartılır, ama millete rağmen uygulanır.
Fransız İhtilali'nin “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” sloganı, meydanlarda yankılanırken; aynı meydanlarda giyotinler işbaşındaydı. Montesquieu, kuvvetler ayrılığını yazarak adaletin bir gün denetlenebilir olacağını umdu; Voltaire, “hukuksuz adalet, adaletsiz hukuk olur” dedi. Ve sonra geldi Napolyon: Tek yasayla her şeyi düzene soktu. Ama düzen yine kendi iktidarını koruyan bir düzendi.
Günümüzde ise…
Bazı coğrafyalarda hukukun üstünlüğü yerine üstünlerin hukuku işlemeye başladı. Sosyoloji, bu durumu “liyakatsizlikle teşvik edilen yozlaşma döngüsü” diye açıklar. Ama halk dilinde bu sadece “bizim çocuklar kazandı” olur. Nepotizm; liyakatin yerine, soyadı, hemşerilik veya aynı sofrada yemek yemişlik kriterlerini koyar. Şark kurnazlığı sistemin değil, sistemin yerine geçen kurnazların hâkimiyetini doğurur.
“Fırsat eşitliği” bir anayasa maddesidir. Ama bazılarına fırsatlar doğarken, diğerlerine sadece eşitsizlik doğurur. İronik değil mi?
Bazı yerlerde adalet heykelinin gözleri bağlı değil, gözleri açık ama görmezden gelir olmuş. Terazisi bozulmamış, ama kefeleri ayarlanabilir hâle gelmiş. Ve bazı yasalar, yasaya en çok uyması gerekenleri korumak için yazılmış gibi duruyor. Duvarger bu noktada “hukukun politik araçsallaşması”ndan bahseder, bizde ise “yandaşlık” olağan karşılanır hale gelir.
İşte demokrasiden oligarşiye, oradan da ‘seçilmiş mutlakiyet’e doğru giden yol böyle örülür. Yasalar yerinde durur, mahkemeler çalışır, ama kararlar artık hukukun gücüne değil, gücü elinde tutanın keyfine dayanır.
Sonuç olarak, hukuk ya gerçekten güçlüdür ya da güçlü olanın aracı...
Hangisinin geçerli olduğunu anlamak için mahkeme kapılarına, işe alım listelerine ve bir de halkın yüzündeki ifadeye bakmak yeterlidir.