İstikrarrr..!
İstikrar veya istikrarsızlıktan ne anlıyoruz? Kısaca istikrar “belirlilik”, istikrarsızlık ise “belirsizlik” demek değil mi? Bizde bu kavramlar sadece siyaset ve ekonomiyle ilgili olarak düşünülüyor. Bu da “ancak tek parti iktidarlarında olabilir” deniliyor. Halbuki istikrar, çok daha geniş kapsamlıdır ve hayatımızın her alanını ilgilendirir. Mesela; ülkenin güvenlik ve düzen içinde olması, kuralların işlemesi, insanların geleceği görebilmesi, hayatından emin olması, her türlü baskıdan azade ve hür olduğunu hissetmesi, sık sık sarsıcı sürprizlerle karşılaşmaması ve süreklilik gibi. Zaman zaman “çok şükür istikrar var. Aman bozulmasın” uyarıları, dar anlamdaki istikrar anlayışından ve çoğunlukla da siyasi propaganda gayretinden kaynaklanmaktadır. Tabii sağlıksız, yetersiz, yanıltıcı bir değerlendirme. Zira asıl olan, ülkenin huzuru, refahı ve mutluluğudur. İstikrarı bu zeminde anlamalıyız. Bu açıdan durumumuza bakalım:
Ekonomide: Bugüne kadar; milli kaynakların ihmal edildiği, ithalata, sıcak paraya, kaynağı belli olmayan dövize, kamunun, özel sektörün ve vatandaşın aşırı borçlanmasına, şehir rantlarının yağmalanmasına, rüşvet ve yolsuzlukların tarihte benzeri görülmemiş boyutlara ulaşmasına, aşırı lüks ve israfa dayalı bir sanal istikrar yaşanmıştır. Her yıl büyüyen ve önüne geçilemeyen cari açığın, gelir dağılımındaki uçurumun, toplumu nasıl bir bunalıma sürüklediği ortadadır. Türkiye’nin hâlâ 17. büyük ekonomi bandında kaldığı, ekonomi üç, hatta dört misli büyüdü iddialarının asılsız olduğu, ancak 80 yıllık Türkiye ortalamasının, hem de ağır bir tablo ve borçlanma karşılığında tutturulabildiği, özelleştirme adıyla ekonominin yabancıların eline geçtiği bir politikanın sürdürülemezliği nihayet anlaşılmıştır. Gelinen bu noktada ülkemiz her alanda krize, büyük bir belirsizlik bataklığına sürüklenmiş durumdadır. Hasılı, deniz bitmiş, gemimiz karaya oturmuştur.
Güvenlikte: Doğu ve Güneydoğu illerimizde, güvenlik güçleri operasyon yapamaz hale getirilmiş, karakollar boşaltılarak hakimiyet önemli ölçüde bölücü terör örgütünün eline geçmiş, kanun hakimiyeti ortadan kalkmış, milyonlarca vatandaşımızın can ve mal güvenliği, vahşi örgütün insafına terk edilmiştir. Adeta fiilen “paralel devlet” kurulmuş. Örgüt resmen, 30 Mart seçimlerini “özerklik” referandumu olarak ilan edeceğini açıklamıştır. Ülkemizi bölen bu ciddi gelişmelerden rahatsız olan sorumluyu göremiyoruz. Hatta aksine, buna “süreç” adı verilip bozulmaması, yani ülkenin bölünmesi için azami gayret gösteriliyor.
Türkiye genelinde ise, her toplum kesiminde kazan kaynıyor, iktidara karşı olan herkes, PKK hariç, çete ve darbeci muamelesi görüyor. Huzursuzluk ve bunalım her tarafa yayılmış. 2003-2012 yılları arasında, 10 yılda 30 bin intihar olmuş. Yüzde 36 artış var. Ama sorumluların gözü kör, kulağı ve vicdanı sağır. BM tarafından hazırlanan 2013 İnsani Gelişme Raporu’nda 187 ülke arasında Türkiye 90. oldu, OECD ülkeleri arasındaki sıralamada ise sonuncu. Dünyada siyasi riskleri belirleme konusunda en önemli kuruluşlarının başında gelen Eurasia Group, Türkiye’yi, ekonomi, güvenlik ve sosyal alanında, çok önde, 10’uncu sırada gösterdi. 2014’te risklerin yoğunlaşarak birleşeceği, “Suriye’de devam eden iç savaşın Türkiye’ye sıçrayabileceği ve Kürt ayaklanmasının yeniden ortaya çıkması” ciddi risk olarak değerlendirildi.
Yargıda: “Adalet mülkün temelidir” özdeyişi, sadece mahkeme levhalarında kaldı. 2010 Anayasa referandumu ile siyasetin denetimine geçen “bağımsız ve tarafsız!” yargı, gelinen noktada bölünmüş, darmadağın edilmiş, kararları siyasetin engeline takılarak uygulanamaz hale gelmiştir. Egemenliğin en önemli kurumu felç edilmiştir.
İş güç sahibi olmada ve ihalelerde: Kamu İhale Yasası’sında 30 defa değişiklik yapılmış olup, bu değişiklikler 113 maddeyi kapsamaktadır. Her önemli ihale öncesi yapılan bu ayarlamaların, ihaleyi kimlerin alacağını da belirlediği görülmektedir. Ekonominin en önemli ayaklarından biri olan ihaleler bu durumda olunca, kaynakların nasıl bölüşüleceği de kendiliğinden ayarlanmış olmuyor mu? Kamuya eleman alımında da, yandaş olmayanların şansı, hemen hemen yok gibidir. Makamlar, ehliyete göre dağıtılmayınca, devlet hizmetlerinin kalitesi ve maliyetinin dibe vurması kaçınılmaz olmaktadır.
Basın, gösteri ve miting yapma hürriyetinde: Demokrasinin ve hür toplumun temel kurumlarından olan medya, %70-80 oranında iktidarın kontrolüne geçmiştir. Kontrol edilemeyen medya ise, büyük baskılar altında ve zorluklar içinde çalışabilmektedir. Bu durumda sistem diktaya kaydığı gibi, vatandaşın bilgi edinme hakkı da ortadan kalkmış olmaktadır. Demokrasi ve hür toplumun diğer temel kurumlarından olan toplantı ve gösteri yürüyüşleri, eğer iktidara karşı ise yapılamaz hale getirilmiştir. Bin bir güçlükle yapanların, ölümü, karakolu, cezaevini, zulüm ve işkenceyi göze alması, sıradan hale gelmiştir. Dinlemeler başını almış gitmiş. Korku toplumu oluşmuştur.
Sonuç: İstikrarı buralarda aramalıyız. Yoksa, sanal ve geçici olan faiz, enflasyon ve döviz fiyatı, aldanmaya ve aldatmaya yarar.