Kültürel farklılaşma ve AB masalı
Kültür, bireyleri veya toplumları birbirinden ayıran ya da yakın tutan yegane unsurdur. Onun içindir ki milliyetimizin temeli kültürdür. Hofstede, kültürü “bir toplumun bireylerinin diğerinden ayırtedilmesini sağlayan ortak akıl programlarıdır” şeklinde tanımlamaktadır.
Prof. Dr. Selami Sargut daha kapsamlı olarak kültürü meydana getiren unsurları insan eliyle oluşmuş yapay varlıklar, kavramlar ve simgeler olarak değerlendirmektedir. Sargut’un bu konudaki çalışması Türkiye’ye dışarıdan dayatılmak istenen belli meseleleri kültür odağında irdelemek bakımından okunması gereken bir başucu kaynağıdır. Kültüre ilişkin bu genel yaklaşımın odağında “dil” ve “simgeler” bulunmaktadır. Öyle ki kültürel bağlamda taşıyıcı kolon “dil”dir. O kaybolursa ya da ortaklık statüsünü kaybederse kültürel parçalanmanın ve ardından yıkılmanın başlayacağı düşüncesi tarihsel bir tekerrür niteliğindedir. Ancak bu iki temel unsur farklı toplumlar ve hatta aynı toplum üyeleri arasındaki kültürel ayrışmanın hem sebebi hem de sonucu haline gelebilmektedir.
Öteden beri Türk toplumunu kimlik temelinde ayrıştırma ya da farklılıkların zenginliği düşüncesiyle irdeleyenlerin “ortak dil” söyleminden bir türlü vazgeçemeyişini böylesi bir zorunluluk üzerinde tartışmak gerekmektedir.
Bugün Kuzey Amerika ve özellikle Kıta Avrupa’sının önemli bir bölümünde aşırı bireyleşmenin önemli ruhsal ve toplumsal sorunları beraberinde getirdiği görülmektedir. Bunların başında da “anomi” gelmektedir. Yani insanlar içinde yaşadıkları topluma ve onun normlarına yabancılaşmakta bir nevi “mankurtlaşma” süreci başlamaktadır. Bu süreç kültürel ayrışmanın ve ortaya çıkan kimlik çatışmalarının da etkili göstergelerinden birisidir. Bu açıdan bakıldığında batının emik (yerel sınırları olan) değerlerinin evrensel ve tartışmasız ilke ve kaideler olarak bizim gibi farklı kültürel unsurlara sahip toplumlara rol model olarak sunulması kültürel dar görüşlülüğün ve baskıcı değişim olgusunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Avrupa Birliği’ne girme sürecinin geldiği nokta ve toplumumuzun AB’ye olan bakış açısı esasında bu kültürel dar görüşlülüğün öznel ve taraflı sonuçları ile açıklanabilir. Hegelci yaklaşımın ortaya koyduğu Avrupa odaklı gelişme kavramının günümüz ekonomik dağılımında geçerliliğini yitirdiği çok açıktır. Artık dünyadaki başarılı toplumları açığa çıkaran simgelerin Daft’ın ayrımına göre araçsal olmaktan çok amaçsal niteliğe büründüğü görülmektedir. Başka bir deyişle anlamların büyük ölçüde söylenmeyenlere dayalı olduğu geniş bağlamlı ve yüksek güç mesafesine dayalı toplumlarda soyut ve moral nitelikte unsurların önemi artmaktadır.
Japonya gibi geriden gelip teknoloji ve ekonomide ileri çıkan ülkelerin başarısını batının emik değerlerini kendi etikleri açısından transfer ederek özümseyebilme gücünde bulmak mümkündür. Bugün AB’nin kurumsal olarak Türk Kültürünün ortaklaşa-davranışçı yapısını zedeleyecek ve Benedicht’e göre yüksek bir sinerji düzeyine ulaşmasını engelleyecek karar ve uygulamalara göre fasıllar açması Türkiye’yi küçülterek ya da bölerek yutmanın temel araçlarından birisi olarak değerlendirmelidir. Bu değerlendirmeler ışığında Türkiye’nin yapması gerekenin teknoloji ve bilim transferi bir tarafa Batının bizim kültürümüze uygun değer ve normlarını etik-emik olgunluğu ile entegre edebilmektir. Değilse körü körüne sürdürülen AB’ye girme hedefi bugün yaşadığımız üzere kendi kültürel sistemimizi algılayamama ve milletimizi bir araya getiren unsurları bertaraf etme sürecine dönüşmektedir.