Medya Arkası (29.08.2016)

Medya Arkası (29.08.2016)
Köşe yazarlarının bugünkü gündeminde Suriye'ye yapılan operasyon, 15 Temmuz ve FETÖ, Yavuz Sultan Selim köprüsü, 30 Ağustos Zafer Bayramı, kadın polislerin başörtü takma yasağının kaldırılması ve Fenerbahçe-Kayserispor karşılaşması vardı.

Aramızdalar…  /  Haşmet Babaoğlu / Sabah

Geçen hafta yazdım, galiba tekrar tekrar yazmam gerekecek...
15 Temmuz'un üzerinden çok az bir süre geçmiş olmasına rağmen hem geleneksel medyahem de sosyal medya yoluyla FETÖ'nün bir terör örgütü olduğu unutturulmaya çalışılıyor.
Sinsice yapılıyor.
Hatta bazen "merhamet" kisvesine bürünmüş kalemlere veriliyor bu iş.
Yuh, diyebilirsiniz; pes artık, diye isyan edebilirsiniz ama böyle...
Son birkaç günde öyle gençlere rastladım ki, "FETÖ" derken sadece aşağılayıcı bir lakap kullandıklarını sanıyorlardı. "TÖ"nün ne olduğunu ya anlamamış ya da şimdiden unutmuşlardı.
Oysa sırtı uluslararası istihbarat örgütlerince sıvazlanan ve topunu, tüfeğini, tankını sızdığı devletten edinen, şantaj ve tehditle büyüyen bir örgütten...
Bölgemizdeki diğer terör gruplarına akıl ve lojistik destek veren bir örgütten bahsediyoruz

Malum, bu terör örgütünün itikadi özelliği; bir tür "uyduruk din" (Batılıların "cult" dediği şey) tarafı var ki, işleri iyice sarpa sardıran şey o!
Ordu içindeki mensuplarına "lojmanda kapıya kasten içki şişesi çöpü bırak ki, bizden olduğun anlaşılmasın" diyen bir yapı bu mesela...
Sivil bürokrasideki, yargıdaki bağlılarına "cumalara katılma, amirlerinle gezmeye git" diyen bir yapı...
Bunu da daha 80'lerden itibaren uygulamaya başlıyorlar.
Aldatmaktan, saklanmaktan, takiyye yapmaktan çok öte bir şeyle karşı karşıyayız.
Hayatı yalan olmak bu!
Beklenen (onlara göre tek hakiki) gün için bütün hayat yalan olabiliyor.
Böyle mesihçi bir zihniyetin her yerde, hemen hepimizin yanı başında kendine yer bulmamış olması mümkün mü?
Hiç şüpheniz olmasın, hâlâ aramızdalar.

 O yüzden hiçbir kurum, şirket, cemaat ve siyasi parti bu terör örgütü ve uyduruk din mensuplarından arınmış olduğunu iddiaya heves etmesin.
Neden?
Çünkü sizden biri gibi oralardalar zaten.
Berbat bir şey değil mi?
Neyse ki, elleri ayakları dolanıyor, ne yapıp edip açık veriyorlar.
Mesela çok AK Partili gözüküyorlar ama hep bir punduna getirip Erdoğan'a mesafe koyma,alttan alta burun kıvırma halleri içindeler...
Mesela çok Türkiye sevdalısı görünüyorlar ama bir bakıyorsunuz, nerede bir ateş var, benzinle koşuyorlar; nerede panik yaratacak söylenti var, bunların yüzleri gülmeye başlıyor.
Neyse ki, bu hallerini millet anladı, fark ediyor.
Yine de işin çok başındayız.
15 Temmuz'da büyük bir badireyi atlattık ama bu pislikten bizi kurtaracak merdivenin sadece bir üst basamağındayız.
Ağır ağır tırmanacağız!

***

Suriye savaşının incelikleri / Mete Yarar / Karar

Yaklaşık altıncı senesine ilerleyen Suriye savaşında kullanılan tekniklerin, ordumuzun Cerablus’a girmesinden sonra bizlerin de canını yakacağını söyleyenlere bir çift sözüm olacak. PYD’nin koalisyon güçleri tarafından donatılıp eğitilmesinden beri Türkiye içinde bu tekniklerin kullanılmadığını zannedenlere o zaman biraz bilgi verelim ki sorunun ne olduğunu doğru anlayabilsinler.

Irak ve Suriye’de en fazla kullanılan teknik bombalı araçlarla yapılan saldırılardır. Bu araçlara yüklenen patlayıcıların büyüklüğü en az 5 ton ve üstüdür. Çoğunlukla sabit olan kontrol noktalarına ve üs bölgelerine bu tip araçlarla saldırılar düzenlerler. Evler ve yollar onlarca patlayıcıyla tuzaklanarak kontrollü bir mayın alanı yaratılır. Taktiksel olarak hızla geri çekilmeler yapılarak grupların bu alanların içine çekilmesi amaçlanır. Ardından uzaktan patlatmalarla bölge kullanılamaz hale getirilir. Suikast yapacak ve canlı bomba olarak kullanılacak kişiler rakip grupların içine çok önceden yerleştirilir. Bu yapılamıyor ise geride kalan sivillerin arasına bu kişiler özellikle bırakılır. Yerleşim yerlerine girildiğinde ve karargah oluşturulduğunda bu şahıslar karargah binalarına saldırırlar.

Büyük alanları bir anda terk ederek geri çekilirler. Alanı doldurmaya çalışanlar böylelikle bölünmek zorunda kalırlar. Çekilen gruplar bir merkezde toplanıp en uygun zamanda topluca saldırıya geçerler. Parçalanmış ve destek mesafesi dışına çıkmış olan gruplar bu saldırılara karşı koyamazlar.

Destekçilerinden aldıkları veya ganimet olarak elde etmiş oldukları ileri teknoloji içeren silahları kesintisiz olarak kullanırlar. Bu silahlarla çok uzak mesafeden sabit olarak duran tank, zırhlı personel taşıyıcılar, koruganlara ve binalara saldırılar yaparlar. Çok uzak mesafeden ateş etme kabiliyetine sahip olan ve 12.7 mm mermi kullanılan sniper silahlarını aktif olarak alanda kullanırlar. Suriye ve Irak’ın alanı bu silahlar için en uygun şartları kullanıcılarına verir. Bölgede kullanılan bu tip silahların sayısı düzenli ordu birliklerinin envanterinden kat ve kat fazla durumdadır.

Bütün ağır silahlar mobil hale getirilebilmesi maksadıyla araçların üzerine monte edilmiştir. Bunlarla hareket halinde atış yaparak tespit edilmeyi zorlaştırmak istemektedirler. Havan, dokça, top ve roket sistemleri araçlara monte haldedir. Kısaca anlatmaya çalıştığım bu taktiklerin sizce kaçı Türkiye topraklarında kullanılmakta ve vatandaşlarımız şehit olmaktadır. Suriye bataklığına çekileceğiz endişesinde olanlara söylenecek tek söz var: O bataklığı terör örgütleri Türkiye’ye taşıyalı çok oldu...

Suriye’de eğitim almış, silahlandırılmış gruplar çoktandır bataklıktan getirdikleri çamurla bu aziz vatanın topraklarını kirletmektedir. İnsanlarımız üzerinde korku salmakta ve ekonomiye zarar vermek istemektedir. Yani işin özü, Salih Müslim’in demek istediği, ‘sizin Suriye bataklığına gelmenize gerek yok biz zaten size o cehennemi Türkiye’de yaşatıyoruz’dur.

Birilerinin cehenneminin parçası olmak istemiyorsanız kendi cennetinize misafir etmeyin, mücadelenizi onların cehenneminde yapın. Eğer bunun aksini yapmaya devam ederseniz hergün onlarca şehidi toprağa vermeye devam ederiz. Vatan namusu yalnızca işgal edildiğinde değil laf edildiğinde de zarar görür. Hepimizin koruyacağı en önemli şey söz bile ettirmemektir.

***

Anadolu savunmasını Suriye’den başlatmak / İbrahim Karagül / Yeni Şafak

Tükiye savaş başlatmadı, Türkiye'ye savaş açıldı. Cerablus'tan başlayan 'Fırat Kalkanı' operasyonu bir savunmadır.

15 Temmuz bu savaşın ana gövdesiydi. Gülen ve teröristlerieliyle Türkiye kalbinden vurulacaktı. IŞİD ve PKK/PYD ile de güneyden çevreleme, kuşatma yapılacaktı. Savaşın güney cephesi IŞİD ve PKK ile yürütülüyordu. Türkiye'ye çok büyük bir tuzak kuruldu.

Devlet aklı felç edilip, oyalanıp, sulandırılıp, iç kavgalara sürüklenip, hedefe ulaşılacaktı. Ana saldırı gücünü oluşturan FETÖ'nün kriptoları da, güneydeki çevrelemeyi yürüten PKK/PYD'nin kriptoları da saldırının içerideki merkezi kuvvetlerdi.

Türkiye, Suriye'ye müdahale etmemekte, topraklarına yönelik saldırıları için ön almaya çalışmaktadır. Suriye topraklarını ana üsolarak kullanan bu saldırgan güçlere karşı savunma operasyonuyapmaktadır. Cerablus operasyonu bir savunma operasyonudur.

Suriye'nin toprak bütünlüğünü korumayı amaçlayan, yüzlerce kilometre boyunca Türkiye karşıtı cephe inşasını engellemeyi önceleyen bir meşru müdafaa harekatıdır.

Terör örgütleri üzerinden Türkiye'yi vuranların ellerinden terör kartını almaya dönük bir çabadır. Savaşı Türkiye içlerine taşımayıplanlayan ve bu yönde saldırılar yapanların evlerinde vurulmasıdır.

Ülke savunmasını, kendi sınırında değil, tehdidin kaynağında başlatma, savunma kalkanını orada kurma girişimidir. Her ülke bilir ki, böyle bir durumda savunmanızı kendi sınırınızda kurarsanız, o savaşın ülkenin içlerine kadar yayılmasını engellemeniz mümkün değildir.

Yıllardır, her türlü terör, şiddet bu bölgeden gelirken, terörün çok ötesine taşan saldırılar bu bölgeden yapılırken, saldırgan örgütler Türkiye'de iç savaş çıkaracaklarını açıktan ilan ederken bugüne kadar her şeyi sınırlarımızda durdurma hesabının aslında bir başka tuzak olduğunu şimdi anlıyoruz.

15 Temmuz saldırısı kadar, Kuzey Suriye Koridoru'nun tehlikeli biroyalama olduğunu şimdi görüyoruz. İşte tam burada PKK/PYD kriptolarının nasıl bir görev üstlendiklerini yeni yeni görüyoruz.

Ne yani, teslim mi olsaydık?

Bu ölçüde bir tehdidinin kendine, egemenliğine, toprak bütünlüğüne, toplumsal dayanışmasına yöneldiğini gören hiçbir ülke, buna sessiz kalamaz. Dünyada böyle bir ülke, devlet yoktur, olamaz. Varsa devlet olma özelliğini çoktan kaybetmiştir. Dolayısıyla,Cerablus operasyonu, içeriden ve dışarıdan yürütülen medya operasyonlarıyla sulandırılamaz, Türkiye bu öz savunma girişiminde sorumlu tutulamaz, suçlu gösterilemez.

Ne yapmalıydık?

Bekleyip tehdidin adım adım içeriye servis edilmesini mi?Türkiye içinde etnik ve mezhep çatışmaları çıkmasını mı? Gülen ve teröristlerinin 15 Temmuz'u başarmalarını mı? PKK'nın Türkiye'nin bütün güney sınırlarını kapatıp ülkenin Müslüman dünyasıyla bütün bağlarını koparmasını mı? Bu kuşak kapatıldıktan sonra savaşın bütün şiddetiyle güneyden ülkeyi vurmasını mı?

Ne yapmalıydık?

Bize ölüm tayin edenleri, ülkemize karşı imha planları yapanların insafına sığınmayı mı? Suriye'yi ve ardından Türkiye'yi parçalamaya dönük haritaların uygulanmasını beklemeyi mi?

Bunu isteyenler, susmamızı, olanları sadece seyretmemizi dayatanlar, Cerablus operasyonunun, hedefine ulaşmadan türlü manipülasyon ve vaatlerle bitirilmesini planlayanlar, bize açıktan “teslim olun” demektedir.

***

Ya İstikal ya ölüm! / Mehmet Metiner / Star

15 Temmuz darbe girişiminin başarısız kılınmasından sonra PKK terörü tekrar devreye alındı.                             

Terör giderek tırmandırılıyor.

Cerablus operasyonundan sonra DAEŞ, ama özellikle de PKK/PYD ile terör üzerinden hizaya getirilmek istenecek Türkiye.

Suriye’deki PKK’nın lideri Salih Müslim’in, Cumhurbaşkanı’mız Erdoğan için kullandığı küstah ifadeler ve Türkiye’ye savurduğu tehditler, PKK’ya biçilen yeni rolü açıkça gözler önüne seriyor.

Müslim’in küstahça tehditlerinden sonra Türkiye içindeki terör eylemselliklerinin artması bu meseleyi topyekûn yeni bir konseptle ele almamız gerekliliğini ortaya koymaktadır.

Suriye’nin Salih Müslim’i ile Türkiye’nin Salih Müslimleri el ele vermiş, Türkiye’ye kan kusturuyorlar.

Terörle mücadeleyi hep kendi şehirlerimizde veriyoruz.

Oysa terörün asıl kaynağı dışarısı.

Kandil’in yerini Suriye’nin Kuzeyi aldı.

Orası tam bir terör üssü konumunda.

Ve ne yazık ki ABD’nin himayesinde.

Salih Müslim’in PKK’sını silahlandıranların kim oldukları ortada.

DAEŞ’le mücadele adı altında hem PKK’yı meşrulaştırdılar PYD adı altında, hem de ultra modern silahlarla teçhiz ettiler.

Salih Müslim o güçlerden aldığı destekle bugün Türkiye’nin seçilmiş liderine küstahça saldırılarda bulunabiliyor ve tehditlerine devam ediyor.

ABD, PKK/PYD örgütüne ya söz geçirmeli, yani o örgütün ABD silahlarıyla Türkiye’yi vurmasına izin vermemeli.

Ya da söz geçiremiyorsa, Türkiye’nin gereğini yapmasına itiraz etmemeli.

ABD söz geçiremiyorsa o zaman sorulmaz mı: Söz geçiremediğin bir örgütü niçin palazlandırıyorsun, niçin o örgüte iktidar alanı açıyorsun?

Söz geçirebildiği halde bunu yapmıyorsa o zaman sorulmaz mı: Dostluk bunun neresinde?

Sahiden söz geçiremiyorsa ve örgütün Türkiye düşmanı siyasetinden rahatsızsa, o zaman Türkiye’nin örgüte yönelik operasyonlarına destek vermiyorsa bile köstek olmamalı.

Türkiye toplumu isyan halinde.

Bu psikolojiyi herkes doğru okumalı.

Özellikle de Türkiye’yle NATO’da birlikte olan ülkeler...

Türkiye’nin demokrasisine yönelik bir darbe girişiminde Türkiye’nin yanında yer almayan ülkeler, Türkiye’nin iç barışına ve güvenliğine yönelik terör saldırısı karşısında da Türkiye’nin yanında yer almayacaksa o zaman NATO veya başka uluslararası örgütlerin çatısı altında bir arada olmanın ne anlamı var?

Bir yanda FETÖ, öbür yanda PKK ve DAEŞ.

FETÖ’nün merkezi neresi?

Pensilvanya.

PKK’nın ultra modern silahlarla iktidarlaştırıldığı merkez neresi?

ABD kontrolündeki Suriye’nin Kuzeyi.

DAEŞ’in de kimin çocuğu olduğu biliniyor.

DAEŞ’in de son kertede Türkiye’yi hedef alarak imal edilmiş bir örgüt olduğu artık sır değil.

ABD tavrını artık netleştirmeli.

Türkiye’nin sahiden dostu ise Türkiye’nin amansız düşmanlarına arka çıkmaktan, onları koruyup kollamaktan vazgeçmeli.

Sadece FETÖ’ye karşı değil, PKK ve DAEŞ’e karşı da topyekûn bir mücadele vermek gerekiyor.

Topyekûn mücadeleden kastım, terör örgütlerinin her türlü uzantılarına yönelik kararlı bir mücadele anlayışının benimsenmesidir.

Terörle mücadele sadece elinde silah tutanlara karşı verilmez.

O silahların finansmanını sağlayanlar da, o terör örgütlerinin siyasetini ve propagandasını yapanlar da tıpkı o elinde silah tutanlar gibi suçludurlar.

İstiklalimize ve istikbalimize kasteden

o alçak terör örgütlerinin topuna karşı topyekûn kararlı bir mücadele vermek durumundayız.

“Ya istiklal ya ölüm!” diyorsak buna uygun terörle mücadele konseptini de uygulama alanına koymamız gerek.

15 Temmuz ruhuna yaslanan güçlü ve kararlı bir mücadele hattı oluşturmalıyız diyorum vesselam.

***

Yine toplumun sinir uçlarıyla oynuyorlar türbanlı polis, Abdülhamid nereden çıktı / Can Ataklı / Sözcü

Dinci faşist darbe girişimi, PKK terörü, IŞİD'in kanlı saldırıları, Suriye'de operasyon diye ülkede “milli birlik beraberlik” çağrıları yapılırken iktidar fırsattan istifade yine toplumun sinir uçlarıyla oynayıp mesafe kazanmaya çalışıyor.
Silahlı kuvvetlerin medarı iftiharlarından biri olan GATA darbe bahanesiyle ortadan kaldırıldı, Sağlık Bakanlığı'na bağlandı, adı da Haydarpaşa Sultan Abdülhahid Eğitim ve Araştırma Hastanesi oldu.
Kurumun başına da türbanlı bir başhekim getirildi.
Sabah kalktık bir de baktık ki kadın polisler eğer isterlerse türbanlı olabilecekler.
İkisi de akıl dışı.
İkisi de sırf toplumun sinir uçlarıyla oynayıp “bakalım ne kadarına tahammül edecekler” diye yeni hedefler belirlemeyi ve toplumu test etmeyi amaçlıyor.
Anladık, öfke ve korku ile orduyu dağıtırken GATA'yı da ortadan kaldırıyorlar.
Peki, adı neden Sultan Abdülhamid yapılıyor?
Bu ülkede bir hastaneye bu dönemde verilecek başka bir isim mi yok?
“Ne olmuş, Abdülhamid padişah değil mi, Boğaz'a ve Körfez'e yapılan köprülere de Osmanlı padişahlarının adı verilmedi mi, ne var bunda?” diyenler olabilir.
Öyle değil işte.
Abdülhamid, yıllardır Türkiye'de tartışılan bir isimdir. Dinci ve cumhuriyet, uygarlık karşıtı kesim ısrarla Abdülhamid'e taparcasına sahip çıkarken, aydın, cumhuriyetçi, demokrat kesimler Abdülhamid'i eleştirmiştir.
Bir taraftan “milli birlik beraberlik” nutukları atarken diğer taraftan toplumun yarıdan fazlasını rahatsız edecek bir uygulamaya tek başınıza imza atamaz, bunu dayatamazsınız.
İktidar bu yaptığı yetmiyormuş gibi bir de bu kurumun başına “türbanlı başhekim” atayarak sinir uçlarını iyice yıpratmaya çalışıyor.
Hani ordu din düşmanı, İslama karşı, türban yasakçısıydı ya bugüne kadar, işte şimdi hem intikam alınmış oluyor hem de orduda kalan “dinci olmayan” askerlere de gözdağı veriliyor.
Kadın polise türban serbestisi ise sadece sinir uçlarıyla oynamak değil aynı zamanda devletin temeline dinamit koymak gibi bir şey.
Aklı başında herkesin ortak tepki koyması gerek; Türbanlı polis olamaz.
Üniforma ister dini ister din dışı hiçbir aidiyet belirtisinin olmaması için icat edilmiş bir şeydir.
Bu nedenle kamu yönetiminde çalışanlar ne dini ne insani hiçbir aidiyetlerini ortaya koymayacak kıyafetler giymek durumundadır.
Kamu çalışanı bırakın türban gibi dini bir sembolle kendini göstermeyi takım rozeti bile takamaz.
Polislik gibi hassas bir görevde olanların “dini inançları gereği yaşama hakkı” elbette vardır ama bunu gösterme hakkı yoktur.
İktidar yaşadığımız korkunç günlerdeki başarısızlığının toplumun bütün kesimlerinde öğrenilmesini önlemek için bu yolu denemekte ve “İslam devletine giden yolda” önemli bir adım daha attığına inanmaktadır.

***

Sözün kısası / Rauf Tamer / Hürriyet

Zafer Haftası'ndayız.

Yarın 30 Ağustos.

Bayrak asın.

Ordu - Millet el’ele.

Zannederim, 15 Temmuz Kalkışmasına kalkışanlar, kalkıştıklarına bin pişmandırlar. Sımsıkı kenetleneceğimizi bilselerdi hiç böyle bir şeye kalkışırlar mıydı?

Şimdi huzurlarınızda şunu belirteyim:

- Bu birlik beraberliği ilk bozacak olanların yakasına yapışacağız.

Kim olurlarsa olsunlar.

İster bir siyasi parti, ister bir siyasi lider, ister bir sendika, isterse de bir kulüp...

Kaçtığı yere kadar kovalayacağız.

Sadece o mu?

Hayır.

Cadı Avı’nın bekçisi olacağımız gibi, bu Cadı Avı tabirini sömürüye çevirip, yargıyı iş yapamaz hale getirmeye yeltenenleri de teşhir edeceğiz.

Dahası var:

Kimsenin yandaşlığına, candaşlığına, yoldaşlığına falan bakmadan, her türlü fırsatçılığın takipçisi olacağız.

İhbar ile husumet, istihbarat ile nefret arasındaki o ince zara, büyük özen göstereceğiz.

Düpedüz bir savaş ortamındayız.

Savaş var diye her şeyi erteyelecek değiliz. Elbet aksaklıkları söyleyecek, dinleyecek ve yazacağız. Hak ve haklılık ertelenemez. Fakat savaş halindeki ordumuzun  moralini  diplomasimizin performansını kimseye zedelettirmeyiz.

Zafer Haftası şimdiden kutlu olsun.

Yarın 30 Ağustos.

Bayrak asın.

***

Başörtülü kadın polis taraflı mı olur? / Ahmet Hakan / Hürriyet

Bir okurum şöyle demiş:

“Başörtülü polis taraflı olur. Çünkü başörtüsü takarak tarafını baştan belli ediyor”.

İyi ama ey okurum...

Eğer dediğin gibiyse...

Yani başörtülü kadın polisin taraflı olacağı kesinse...

Başı açık bir kadın polisin taraflı olmayacağının garantisi nedir?

İyi ama ey okurum...

Eğer dediğin gibiyse...

Yani başını örten kadın polis, tarafını baştan belli etmiş oluyorsa...

Başı açık bir kadın polis de tarafını baştan belli etmiş olmuyor mu?

“Normal olan başı açık olmaktır, anormal olan başı örtülü olmaktır” mı diyorsun?

İyi ama ey okurum...

Normali ve anormali belirleme ve tanımlama hakkı, nasıl oluyor da sana ait bir hak oluyor?

Başörtülü bir kadın, “Hop! Normali ve anormali sen değil, ben belirlerim ve ben tanımlarım” derse...

Ona ne diyeceksin?

“Sen anlamazsın bu işlerden” falan mı diyeceksin?

Böyle dersen...

Vicdanın rahat olarak kendini hâlâ çok çağdaş, çok demokratik, çok eşitlikçi bir insan olarak görmeye devam edebilecek misin?

Gel olayı şöyle değerlendirelim ey okurum:

Başörtülü kadın polisin başındaki örtüye değil iş yapma biçimine odaklanalım.

Haksızlık yapıyorsa, hukuku çiğniyorsa, ayrımcılığa imza atıyorsa, kendisi gibi yaşamayanlara kök söktürmeye kalkıyorsa...

Onun yakasına yapışalım.

Tıpkı başı açık olup da bunu yapan kadın polislerin yakasına yapıştığımız ve yapışacağımız gibi...

***

İcaz Demiryolu’ndan Yavuz Sultan Selim Köprüsü’ne... / D. Mehmet Doğan / Vahdet
 

Dünyadaki benzerleri arasında en ön sıralarda yer alan İstanbul’un yeni Boğaz köprüsü, 5 asır önce İslâm dünyasını son defa tek bayrak altında birleştiren büyük bir Osmanlı sultanının adının verilmesi güçlü bir tarihî hatırlatma aynı zamanda. Köprü 26 Ağustos’ta açıldı, Sultan Selim beş asır önce 24 Ağustos’ta Mercidabık zaferini kazanmıştı. Birkaç gün sonra da, Hilafet emanetini Halep Ulu Camii’nde devraldı. “Hâkimül haremeyn” olarak değil, “hâdimül haremeyn” olarak...  Osmanlı hilafetini Yavuz-Abdülhamid parantezinde ele alabiliriz. Yavuz o zamanın en güçlü devleti Memlûkleri mağlup ederek Osmanlı’yı dünyanın en güçlü devleti haline getirdi. Hilafet zaten böyle güçlü bir devletin taşıyabileceği bir emanet olabilirdi. Yavuz ve ondan sonraki Osmanlı Sultanları bu unvanı zaman zaman kullanmakla beraber, halifelik üzerinden siyaset yürütmediler.  Son büyük Osmanlı Padişahı Abdülhamid Han ise, Avrupa emrepyalizminin tasallutu altında bulunan İslâm dünyasında mukavemet oluşturacak bir hilafet siyaseti takip etti. Abdülhamid siyasetinin başarısını Avrupalı emperyalistlerin bu kurumu mutlaka ortadan kaldırma kararlılıklarından çıkarabiliriz!  19. yüzyılın sonunda Abdülhamid gibi büyük bir sultanın zamanında kimliğimiz geniş bir çerçevede yeniden tanımlandı. Modern dönemde dünyanın dilinden konuşmak gerekiyordu. Abdülhamid bir taraftan Osmanlı ve Türk geçmişimize uzandı, diğer taraftan İslâmî varlığımızı yeniden güçlü şekilde tanımlayacak uygulamalar yaptı. Türkiye’ye has unsurları aşan bir bütünlük içinde ifade edilen yeni kimlik, öğretimle, yayınla da desteklendi. Osmanlı maarifi yayıldığı bölgelerde orta öğretim seviyesinde Türkçeyi yaygınlaştırdı. Arap aşiretlerinin önde gelenlerinin çocukları İstanbul’da Aşiret Mektebi’nde yatılı olarak okutuldu. Daha sonra Arnavut ve Kürt beylerinin çocukları da bu mektebe kabul edilmeye başlandı. Nihayet Cavalı Müslüman çocuklar da mektebe dâhil edildi. Böylece modern dönemde müşterek bir kültür ve ideal oluşturulmaya çalışıldı.  Büyük bir Osmanlı projesi olan Hicaz Demiryolu bütün dünya Müslümanlarının katkılarıyla 7 yıl gibi kısa bir sürede (1901-1908) Şam’dan Medine’ye ulaştı. Demiryolu istisnalar dışında Müslüman mühendis, teknik eleman ve işçiler tarafından yapıldı. Dışarıdan yardım alınmadı, borçlanılmadı. Hicaz Demiryolu, bir yönüyle hac farizasını yerine getirecek Müslümanların işini kolaylaştırmak için yapılırken, öte yandan Hicaz’la merkezi çağdaş imkânlarla birleştirmeyi amaçlıyordu.  ABD-İsrail mihverinin kangren haline getirdiği Suriye meselesi patlak vermeden önce, defalarca Halep’i, Şam’ı ziyaret ettik. Şam’a her gidişimizde vazgeçilmez uğrak yerlerimizden birisi de Hicaz hattının muhteşem gar binası idi. Yitirilmiş bir tarihi hatırlatmak için dikilmiş muhteşem bir anıta benzeyen bu bina, Müslümanların birliğine ve bütünlüğüne adanmış bir projenin tecessüm etmiş hali idi. Suriye yönetimi binayla birlikte, bir nefret kutbu haline getirilmiş olan Cemal Paşa’nın trenini de ayakta tutuyor, lokanta olarak işletiyordu. Günümüzde tarih hızlı akıyor, bu akış içinde mutlaka zihnimizi diri tutan sabiteler olmalı. Sadece bizim değil, bütün yakın coğrafyanın hâfızasını harekete geçiren büyük şahsiyetler, büyük olaylar, kalıcı kurumlar üzerinden konuşarak zihnimizi diri tutabiliriz. Bu çerçevede düşünülürse, beş asır öncenin büyük kahramanı Yavuz Sultan Selim ve yüz yıl öncenin büyük Sultanı Abdülhamid Han’ın isimlerinin yaşatılması büyük önem taşıyor. Yavuz’un adı, değil sadece bizim, dünyanın müstesna bir köprüsüne verildi. Bu çerçeveden bakılırsa İstanbul’un Anadolu yakasındaki askerî hastaneye Abdülhamid adı verilmesi de çok isabetli bir karardır.  Sultan Abdülhamid, Askerî Tıbbiye için Haydarpaşa’da muhteşem bir külliye inşa ettirmişti. Bugün de İstanbul’un Avrupa yakasından bakılınca bütün ihtişamı ile görünen bu yapı hâlâ gözlerimizi kamaştırıyor. Cumhuriyet’ten sonra Tıbbiye taşınınca bir kısmı Haydarpaşa Lisesi’ne tahsis edilen bu binanın tekrar tıp fakültesi olarak kullanılması, Abdülhamid’in ruhunu taziz edecek doğru bir tercih olacaktır. 

***

Futboldan muaf tuhaf tiyatro!.. / Hakkı Yalçın / Takvim

Fenerbahçe mutlak kazanması gereken maçta 2 puan da kaybetti.
Eğer gelecekle ilgili içlerindeki kuşkuyu giderecek soruların cevaplarını arayan varsa. Yamalanmış teknik direktöre iyi baksın.

Bu takımın santrforu kim?
Üç adam var ama hiçbiri gerçek anlamda güvenilir damgası yememiş.
Her biri direktörün deneme tahtasına sırayla ismini yazdırıyor.
O yüzden bu takımda forvet olmak, darağacında ayağının altına konan bir sehpanın tekmelenmesini beklemek gibi.

Takımda dikey hareket alanı olan üç futbolcu var.
Alper, Stoch ve Volkan Şen.
Bu kadar hareketli bir sistem içinde, rakip kilidin şifresini kırabilmek için, karşılık bulan pas zenginliği gerekiyor. Derinlemesine atılan pas sayısını hesaplayın, utanç verici bir hesap dökümü çıkar.

Orta alan rakibi sıkıştıracağına Fenerbahçe'nin kalbini sıkıştırıyor.
Sahanın ortasında ihracat fazlası gibi duran Ozan Tufan bir gol attı diye, bu adamın Fenerbahçe'den aldıklarını görmezlikten mi geleceğiz.
Böyle biri futbolcu teknik adamın kişisel tercihi olamaz.
Sistemin tercihi hiç olamaz.
Peki, ne olur? Bir gol attı diye, Fenerbahçe'nin gelecek maçlarında da başına bela olur.

Fenerbahçe'nin duran toplardan yediği karbon kopya gollere baktım.
Savunma her dokunuşta dağılan güller gibiydi.
Skertel'in 6 milyon euro bonservis bedelinin kağıt üzerinde bir ifadesi olacaksa.
Ya hayal sigortası derim. Ya da muazzam bir transfer kazığı!

Bellek yenileme bankası mudilerine mazideki acı gerçekleri faiz olarak veriyor. Böylesine basiretsiz bir teknik adamla gelecek için asla ümit vermiyor!..