Türkiye 'geçilmez' mi?

Afganistan’da ve terörle mücadelede verdiğimiz şehitleri rahmet ve saygıyla anıyoruz. Onlara çok şey borçlu olduğumuzun farkındayız. Afganistan ve dünyanın her tarafıyla ilgilenmek Türkiye’nin tesirliliğini sağlamak en başta gelen görevimizdir. Ancak, terör örgütünü yıllardır Türkiye’ye karşı kullanan sözde dost ve müttefiklerimize karşı daha dikkatli olmamız gerekiyor. Zaman zaman sınırlarımızın güvenliğini korumamız engelleniyor, sınır ötesi terör yuvalarına müdahalemiz izne tabi bir duruma gelirken, Afganistan’a barış ve huzur getirmeye askeri yönden katkı yapmak sanki birbiriyle çelişiyor. Destek olduğumuz, fedakârlıklar yaparak katıldığımız barış ve huzur getirici faaliyetlerin karşılığını göremiyoruz. Türkiye hep veriyor ama almaya gelince önüne çeşitli engeller konuluyor. Milli varlığımızı ilgilendiren konularda bizden kolayca tavizler koparılıyor.
Afganistan’a birlik göndermemiz ve ABD’nin kölesi durumundaki bir yönetimi desteklememiz, Atatürk’ün bir dönem Afgan subaylarını getirerek Türkiye’de eğitmesiyle bir düşünülüyor. Oysa arada önemli farklar var. Atatürk Türkiye’nin siyasi ve kültürel tesirliliğini artırmak ve bu dost milletle iyi ilişkiler kurabilmek için bazı teşebbüslerde bulunmuştu. Bugün ise; biz, bunu küresel güç olan ABD’nin çıkarlarına hizmet için yapar hale geldik.
“Türkiye büyük ülkedir, gerekenleri yapar ve yapmalıdır” diyenler, bu büyüklüğü önce sınır içi ve sınır ötesi müdahalelerde ve Anayasanın dışarının isteklerine göre değiştirilmesine karşı tepki göstermelidirler.
Millî tarihimizde önemli bir yer tutan Çanakkale Zaferi’nin 97.Yıldönümünü kutladık. 1915’lerde “Çanakkale geçilmez” inancıyla savaşanlar ve şehit düşen binlerce insan yaşasalardı, ardından İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından işgalini de görebilecekler ve mütareke yıllarının İstanbul’unda yaşanan acı olaylara şahit olacaklardı.
Bu bakımdan “Çanakkale geçilmez” sözünü ihtiyatla kullanmak gerekmektedir. Çanakkale’de Türk Milleti ölmedi; ama ömrü uzadı. Çanakkale’de tecrübe kazanan silahlı kuvvetlerimiz, Millî Mücadele’nin kazanılmasında en önemli rolü oynadı. Çanakkale’de ve ardından Millî Mücadele’de şehit düşenler, Anadolu’yu bir kavimler ittifakı olarak görmemişlerdi. Anadolu’da, 2-3 millet ve devlet kurulsun, Türk düşmanlığı yapılsın, Anayasadan Türk Milleti ve Millî Kimlik ifadeleri çıkarılsın diye hiç düşünmediler. Bugün şehitlerimiz mezarlarından bir doğrulsalar, acaba ne diyeceklerdir? Bu şehitler acaba “Biz bir yanlış mı yaptık, düşmanı Çanakkale sahillerinde çiçeklerle karşılayıp, hoş geldiniz mi demeliydik” sorusunu sormazlar mıydı? Bugünkü Türkiye’nin manzarası hiç de iç açıcı değildir. Ankara, adeta devre dışı bırakılmış gibidir. Birkaç saatlik tören milliyetçiliği yapmakla gerçekler örtülemiyor. Çanakkale üzerine milliyetçilik yapanlar, İstanbul’daki minyatürkparkının isminin neden Türkiye olarak değiştirildiğini, Fetih 1453 filminde üç hilalli bayrakların neden yer almadığını, MEB’in 2006 yılında Türk klasiklerinin isimlerinin neden “milli klasikler” şekline sokulduğunu, “Gençliğe Hitabe” ve “Andımız” ile neden uğraşıldığını, vaaz ve hutbelerin neden Türkçe dışında yapılmaya çalışıldığını açıklamak zorundadırlar.
Bir dönem İşkodra’da (Arnavutluk) vaaz ve hutbelerin hangi dilde yapılacağı tartışılır. Konu saraya kadar gelir. II. Abdülhamit Han, bugünkü şekliyle hutbelerin “kamusal alan” ve “egemenlik” haklarıyla ilgili olduğu gerekçesiyle Türkçe verilmesini emreder. Anlaşılan II. Abdülhamit’ten, başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere hâlâ ders alması gerekenler vardır.

Yazarın Diğer Yazıları