Uğurlar olsun…

Demokratik toplumlarda bir kişiye yapılan haksızlık bütün topluma karşı yapılmış sayılır. Bu bilinç yerleştirilmedikçe, haksızlıkların ve adaletsizliklerin önüne geçmeye olanak bulunamaz.

"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" felsefesi toplumun bütün bireylerini sarar ve birçok insan; "Adam sen de" bencilliği ve bireyciliği ile yetişir. Herkes kendi küçük dünyasının kabuklarında, sessiz sedasız yaşamayı hüner sayar.

"Sen mi kurtaracaksın" gibi sorularla kavgadan gürültüden uzak tutulmak, günlük yaşantının mutluluk zırhlarıyla sarılıp sarmalanmak hiçbir yasanın suç saymadığı ve birçok insanın da küçük görmediği bir yaşam biçimi olarak belirir.

"Beni düşünmüyorsan, çocuklarını da mı düşünmüyorsun" gibi duygusal tepkilerin gözdağıyla sıkıştırılmış sorumluluk duygularının sınırladığı insanlar, yaşamlarında bir başka mutsuzluğun gölgeleri ile boğuşup dururlar öylece.

Düşündüklerini bir kez bile yüksek sesle söyleyememiş, öfkesini karşısındakinin yüzüne hiç haykırmamış bir insanın bilinç ve duygu dünyasında doğan girdaplar belki de sabah akşam boğmuştur kişiliğini.

Kendi kişiliğinin katili olmak da güç iştir basbayağı.

Susmak…

Susmak…

Hep susmak.

Konuşmamak, konuşmamak…

Üstlenilen görev budur bütün yaşam boyunca. İnsanları saran küçük çemberler büyüye büyüye demokrasinin boynuna bir halka gibi geçer. Suskunluk kural, konuşmak ve eleştirmek de kural dışı olur bir süre sonra.

Bir kişiye yapılan haksızlığı her insan yüreğinde ve bilincinde duymalıdır bütün ağırlığınca. Bu sorumluluk bilinci kurulmamışsa, her yeni haksızlık bir "kader" gibi benimsenir bütün toplumda. Oysa ne yoksulluk ne de haksızlık "kader"dir. Yoksulluğun ve haksızlığın nedenleri vardır. Bunları birer birer saptayıp toplumun önünde haykırmak gerekiyor.

Toplumdaki her insandan beklenen de bu değildir aslına bakarsanız. Herkes, kendi görevinin sınırları içinde dirençli olabilse bir ölçüde kolaylaşır işler.

Yargıçsınız; önünüzdeki sanığın suçsuz olduğunu biliyorsunuz. Fakat emir almışsınız. Mahkûm edersiniz bile bile…

Doktorsunuz; önünüze işkence evlerinden getirilen bir hasta çıkarırlar. Verilen emirlere uyar, sahte raporlar düzenlersiniz.

Memursunuz, amirsiniz; bir altınızdaki memurun sicilini bozmak için verilen emirleri körü körüne yerine getirirsiniz. Belki sivilsiniz, terfi bekliyorsunuzdur. Belki de albaysınız, generallik sırasındasınız. Hemen bozarsınız sicilleri. Başkalarının mutsuzluğu üzerine kendi mutluluğunuzu kurmak istersiniz.

Kimler gelir kimler geçer böylece…

Aynı çark insanları öğütür. Dönme dolap gibidir yaşam. Bakarsınız yüksektesiniz, bir bakmışsınız inmişsinizdir o yüksek yerlerden. Geriye sadece insanın kişiliği ve onuru kalmıştır. Bu onuru, daha yükseklere sıçrayabilmek için bir "pay akçesi" olarak sürenler, önünde sonunda bir insanlık yıkıntısı, bir "enkaz" olarak kalırlar belleklerde.

Yirminci yüzyılda uygarca direnişin adıdır "medeni cesaret." Bu konuda çok zengin değil toplumumuz. Bir kaplumbağa gibi yaşamayı, bir "sürüngen" gibi beslenmeyi, bir "yılan" gibi yükseklere tırmanmayı hüner saymışsız yıllarca…

Sorumluluk pınarlarından, bilinç çeşmelerinden gürül gürül akan kişilikleri, köhnemiş yasaların kıskacı altında yaşatmayı tek çıkar yol bilmişiz yıllarca.

Karanlıklarla beslenen korkuları, bir tel örgü, bir dikenli tel gibi sarmışız dört bir yanımıza. Yüreksizliğin özrünü bir parça da kendi küçük dünyalarımızın mutluluğuna sığınarak gidermek istemişiz.

Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur. Bu bilinci paylaşmak ve bu sorumluluğu yerleştirmek zorundayız. Uygarca paylaşılan sorumluluk bilinci, özgürlüğün de demokrasinin de tek güvencesidir. Bu güvence sağlanmadıkça, demokrasinin temeline bir tek taş bile konmuş olamaz.

Unutmayalım ki "cesur bir kez, korkak bin kez ölür." Önemli olan, insanın böyle bir toplumda bir "mezar taşı" gibi suskunluk simgesi olmamasıdır.

9 Aralık 1974

Yeni Ortam

Uğur Mumcu

* * *

Uğurlar olsun…

Yolun , yolumdur...

 

Yazarın Diğer Yazıları