Uygarlıkların öldürüldüğü günlerdeyiz

Amerikalı gazeteci Chris Hedges;

“Gece vakti geldiğinde, İsrail tankları doğrudan hastane yerleşkesine ateş açtılar. Uzun yatay kırmızı ışık huzmeleri gördük. Bu hastaneye yapılan kasıtlı bir saldırı. Kasıtlı bir savaş suçu! Çoğu hasta ve bebekler de dâhil olmak üzere en çaresiz sivillere yönelik kasıtlı bir katliam! Sonra yayın kesiliverdi.

Hepimiz monitörlerin önünde öylece oturuyoruz. Sessiz kalıyoruz. Olanların ne anlama geldiğini biliyoruz. Elektrik yok. Su yok. İnternet yok. Tıbbi malzeme yok. Kuvözdeki bütün bebekler ölecek. Bütün diyaliz hastaları ölecek. Yoğun bakım ünitesindeki herkes ölecek. Oksijene ihtiyacı olan herkes ölecek. Acil ameliyata ihtiyacı olan herkes de ölecek. Peki, acımasız bombardıman nedeniyle evlerini terk ederek hastanelere sığınan 50.000 kişiye ne olacak? Bunun da cevabını biliyoruz: Bu insanların da hepsi ölecekler…”

Bu satırların devamı var. Okudukça içim burkuldu ve Atatürk’ü düşündüm.

1919’lardayız. 4,5 milyon kilometre kareye sahipken, bu koca coğrafyaya hükmeden devasa imparatorluğumuz yenilmiş. Çok zengin biri iken sefalete düşen bir aile gibiyiz.

Üstelik yurdunuz işgal ediliyor ve işbaşındaki hükûmetinizden en ufak bir tepki gelmiyor. Cihanı yenen ordularınız, Çanakkale’de yedi düvele meydan okuyan askerleriniz çaresizce bakıyor.

Kısacası resmî devlet kurumlarından çık yok.

Bir tek onların İngilizlerle bir olup “İsyancı” dedikleri askerler, siviller, “Eşkıya” dedikleri çeteler, “Asi” denilenler konuşuyor. Bir tek onların silahlarından mermi çıkıp düşmana saplanıyor.

Tıpkı Amerikalı gazeteci Hedges gibi ben de tarihin monitörü varmış gibi, zihin ekranımdan geçmişime bakıyorum.

Yunan İzmir’den karaya çıkıyor. Ev sahibi millet derin bir sessizlik içinde. Kadınlar küçük çocuklarına sarılmış, korkuyor. Büyükler “Allah yardım eder” diye dua ediyor.

Dışarıda yerli kiliselerin papazları, yerli Hristiyan Ermeni, Rum her ne varsa elinde Yunan bayrakları işgalcileri karşılıyor.

Herkes sevinç içinde.

Derken ansızın, hem de hiç umulmadık bir anda tek bir silah sesi koca kalabalıkları şaşkına çeviriyor. Hasan Tahsin bu. Bir işgal subayını oracıkta vuruyor.

“Hoş gelmediniz. Sizi ölümle karşılıyorum” dercesine.

Vücudu süngülerle parçalanıyor.

Zihnim birden beni Birinci Dünya Savaşı’na Van’a götürüyor. Ermeniler, kadın erkek önüne gelen herkesi öldürüyor.

Erzurum’a Kars’a dönüyorum, aynı hüzün.

Sonra Amerikalı gazetecinin yazısını okurken dalıp gittiğim yerde ekran netleşiyor. Yazıya kaldığım yerden devam edip okuyorum.

Bitirip arkama yaslandığımda Filistin’e bakınca Atatürk’ün ne anlam ifade ettiğini çok daha iyi anlıyorum.

Eğer düzenli ordularınız yoksa millî bilinç oluşturamamışsanız ve nitelikli, zeki bir lidere sahip değilseniz, çok acı çekersiniz. Türk milleti olarak biz şanslıymışız.

Filistinlilerin en büyük eksiği bu.

Güce karşı güç.

İsrail hava saldırısı yapıyor ona cevap verecek uçağın yok.

Tankla saldırıyor, tankın yok.

Disiplinli iyi komuta edilen, profesyonel, stratejik düşünebilen subayların, askerlerin yok.

Bu savaş mıdır bilemem. Lakin eğer bu bir savaşsa eşitsizlerin savaşı.

Kuralı olmayan bir savaş.

Hukuku dersen hiç yok.

“Olanların ne anlama geldiğini biliyoruz. Elektrik yok. Su yok. İnternet yok. Tıbbi malzeme yok. Kuvözdeki bütün bebekler ölecek. Bütün diyaliz hastaları ölecek. Yoğun bakım ünitesindeki herkes ölecek. Oksijene ihtiyacı olan herkes ölecek. Acil ameliyata ihtiyacı olan herkes de ölecek…”

Böyle bir manzara karşısında insanlığın temel öğesi olan vicdan da yok.

Ahlakı da yok bu savaşın.

Sadece silahı var. Ve onu kuralsızca kullanıyor.

Size bir şey söyleyeyim mi? Ortaya atılan öyle çok büyük büyük insanlık görüşleri, yüce kavramlar, uygarlık, medeniyet lâfları, her ne varsa İsrail ölçeğinde çöp oldu.

Çünkü eğer göz göre göre, bile bile masumlar/çocuklar öldürülüyorsa, insanoğlunun değerlerler sistemi de ölmüştür.

Yazarın Diğer Yazıları