3. sınıf devlet miyiz ki...

Eğer üçüncü sınıf bir devlette yaşasak;  O ülkede Meclis’e gerek kalmaz, mahalle muhtarlarıyla yönetilirdik. Cumhurbaşkanı, devlet gücünü arkasına alıp muhaliflerine yüklenirken,  “kelle isterük”  diyen muhtarları gülümseyerek onaylar, dinleyenler de çılgınca alkışlardı.

Birleşmiş Milletler’de destekleyen ülke sayısı birkaç yılda 151’den 60’a iner, elçilikler birer birer kapanır fakat tüm bunlara rağmen yalnızlaşmak gurur kaynağımız olurdu.

Liderimiz, birkaç ay öncesine kadar lideriyle ailecek görüştüğü komşunun evini bombalaması için Obama’nın kapısını çalar, telefonlarına cevap verilmese ve sözcüleri defalarca terslese bile o kapının eşiğinden ayrılmazdı. Sonra Beyaz Saray dalga geçercesine o düşman lideri ve yeni düşman komşularımızı kurtarmaya geleceğini açıkladığında, sorgulamadan yurdumuzdaki üslerini hemencecik açardık.

Çevremizdeki devletlerle papaz olur, küçük aşiretlerle dahi kavga eder, hiçbiri nezdinde saygınlığımız olmazdı. Sorun çıktığında tatlı sert davranarak barıştırmayı aklımıza bile getirmezdik. Aksine onların kavgasını evimize taşır, kendimizi dünyaya maskara ederdik.

Doğal ve yapay felaketlerde sorumluluğu yüklenmez, tedbirsizliğin, peşkeşin, rantiyeciliğin sonuçlarını fıtrata bağlardık.  “İstifa etmenin erdemi” kavramını dilimizden siler, gençlere yanlış yaptıkları zaman cazgırlıkla suç bastırmayı aşılardık. 

Devlet adamları ulaşamadığı noktalara sivil toplumu yönlendirmez, aksine önlerini kapardı. “Devletin kalıcı, hükümetlerin geçici” olduğu bilinci oluşmadığı için STK’ları iktidar aracı olarak kullanırdı. Hatta biate yanaşmayanları, en geri diktatörlüklere şikayet etmekten dahi yüksünmezdi. Batı’da kimse dikkate almadığı ve alay konusu yaptığı için Doğu’da  “n’olur vatandaşlarımızı kovun, okullarını kapatın, bayrağımızı indirin” diye yalvarırdı ama yine de hiçbiri adam yerine komazdı.

Zaten sığ bir devlet aklı olsa,  “hesabı içimizde görelim, dünyayı kendimize güldürmeyelim, insanımızı yabancı memleketlerde yalnız başına çaresiz bırakmayalım, başka devletlerin insafına, himayesine terk etmeyelim”  derdi.

Geleneği olan kurumların kökü kazınır, polis kolejleri, okulları, akademisi mezuniyete birkaç ay kala kapatılırdı. Böylece mezunları devlete, hukuka, insanlığa küstürülür, onların yerine torpil ve parti referansıyla sağdan soldan adam toplanır ve ülke güvenliği teslim edilirdi.

O ülkede muhalefet partileri, kendilerini ihanetle suçlayan iktidar bu sözleri geri almadığı halde koalisyon pazarlığına otururdu. Zaten bir kısmının programı olmaz, zor zamanlarda ne yapacaklarını anlamak amacıyla düşman gördüğü öteki partileri (onların politikalarının tersini savunacağı için) izlemek gerekirdi.

Sivil toplum kuruluşları devlet karşısında hizaya geçer, devletin milis gücü olmaya heveslenirdi. Geçimini devletin kesesine borçlu olduğu için aklını da devletin cebine koyardı. Gerektiğinde liderin evladını kurtarmak için kendi evlatlarını feda etmeyi millî ülkü olarak benimserdi.

Okullara kalite kazandırılmaz, sakat yürüyen sistemin protez bacağı kırılır, zenginler evlerine özel hocalar getirtirken garibanların çocukları merdiven altı dershanelere gitmeye zorlanır. İHL’leri kapatmak amacıyla mesleki eğitimi bitiren 28 Şubatçılara rahmet okutur, dershaneleri kapatma saplantısıyla tüm eğitim sistemini çökertmek göze alınırdı.

İstihbarat teşkilatı toplumu kreşlere kadar fişler, ama kanlı terör örgütlerinin şehir merkezlerine tonlarca patlayıcıyı yığmasına göz yumardı. İnsanlar gerekirse topluca katledilebilirdi ancak kesinlikle yönetimi sorgulamamalıydı. Bugün söylediğini yarın yalanlar, yarın o yalanlamayı yalanlar, devlet adamlığı kavramını yalama ederdi. Baş döndürücü yalanlama trafiğini takipten aciz kalan yandaşlar, o yalanların birine sarılarak gerçeklere gözlerini ve kulaklarını kapardı.

Çok şükür bizde bir devlet aklı, geleneği ve hukuki düzeni var da, böyle saçmalıklarla uğraşmıyoruz.

Yazarın Diğer Yazıları