Aslıyüce’nin son seferi...

Hani Atatürk, kendisine olağanüstü güçler yakıştıranlara cevaben “Benim yaradılışımda fevkaladelik aramayın; yaradılışımdaki yegâne fevkaladelik, dünyaya Türk olarak gelmiş olmaklığımdır” demişti ya, Erdoğan Aslıyüce de bazı toplantılarda ayağa kalkıp kendisini tanıtması gerektiğinde, kısa özgeçmişini anlatmaya gerek duymaz; “Erdoğan Aslıyüce, Türk!” derdi.

***

Ömrünü, sendikacılıkla birlikte Türk Dünyası’na adamıştı. Tanışmamız da 1991 yılında, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan’ın organize ettiği Türk Cumhuriyetleri gezisi sırasında oldu. Daha İstanbul’dan hareket etmeden bir araya geldiğimizde çok sıcak bir dostluk gösterdi. Bişkek’te bir gece bana hayallerinden söz etti. Türkiye’ye döner dönmez hayallerini tek tek gerçekleştirmeye başladı. Önce Yesevi dergisini sonra Hoca Ahmet Yesevi Vakfı’nı ve ardından yayınevini kurdu. Bir çöplük halindeki Küçük Ayasofya Medresesi’ni Vakıflar’dan aldı, temizlettirdi, restore ettirdi, cennet bahçesine çevirdi ve vakıf merkezi haline getirdi... Restore edilmiş medreseyi, vakıftan almak isteyenlerin tuzaklarını boşa çıkardı...

Yesevi dergisinin yayına hazırlanmasını benden rica etti... Bir yıl kadar her sayıyı birlikte hazırladık. Sonra kendisi devam etti. Aslıyüce, her fırsatta Türk yurtlarını adım adım gezer ve sosyal antropolog gibi aldığı notları önce yazıya sonra kitaba dönüştürürdü.

Bu gezi yazıları sebebiyle, “Günümüzün Evliya Çelebisi” olarak da anılırdı.

Geziler sırasında kimlerle birlikte fotoğraf çektirdiyse, bastırır, hepsine birer tane gönderir ve böylece yeni dostluklar kurardı. Tanıştığı insanların sadece telefon numaralarını almakla yetinmez, çektiği fotoğrafları göndermek için adreslerini de kaydeder, böylece her gittiği yerde bir irtibat noktası oluştururdu.

Zaten hayat felsefesini de Ahmet Yesevi’den aldığı “Sevgi tohumları ekelim ki, sevgi çınarları yetişsin!” diye özetlerdi. Bu söz, Yesevi dergisinin logosunda da yer alıyordu.

Türk Cumhuriyetlerinden sonra, Balkan ülkeleri, Kıbrıs, Bursa, Antalya, İzmir, Denizli, Samsun ve Amasya gezilerinde de yol arkadaşı olduk. Türk kurultaylarının tamamında birlikteydik. Son yıllarda, evden çıkmadığı ben de yılın yarısını İstanbul dışında geçirdiğim için eskisi gibi buluşamıyorduk ama dostluğumuz hep devam etti. 30 yıla yakın arkadaşlığımız süresince, hep Türk Dünyası’ndan, Türk tarihinden ve Türklüğün geleceğinden söz ettik.

***

Erdoğan Aslıyüce, dönemin İskenderun Belediye Başkanı Mete Aslan’ın talebi ile hazırladığı “Akdeniz’in İncisi İskenderun” adlı kitapta “Oğuz Kağan’ın İskenderun Seferi”ni Reşideddin tarihinden nakletti.

Reşideddin, Oğuz’un Diyarbakır, Erbil, Musul, Bağdat ve Şam’ı nasıl kendisine bağladığını, Antakya’nın nasıl teslim alındığını anlatır.

Aslında M.Ö. 5’inci yüzyılda yaşayan Heredot, kendisinden iki yüzyıl önceki İskitler’in Karakurum’dan Filistin’e kadar uzayan 50 yıllık seferini yazmıştı.

Bu durumda Heredot’un anlattığı İskitler, Oğuz Han’ın ordusu idi. Bu kanaate Heredot’u okuduktan sonra ulaşmıştım ama tarihçilerin hiçbirinde böyle bir değerlendirmeye rastlamadığım için yazmaya çekiniyordum. Erdoğan Aslıyüce, Oğuz Kağan’ın Antakya seferini Reşideddin tarihinden alıp yazınca, tarihin bu dönemini günümüz nesillerine doğru anlatmak mümkün hâle gelmişti.

***

Bu bilgiler, üniversitelerimizin tarih bölümlerinde araştırılmaz, çünkü akademik sistemimiz, genellikle Batılı kaynakları referans alır. Son zamanlarda Çince öğrenerek eski Türk tarihini aydınlatmak için Çin kaynaklarından faydalanan Prof. Dr. Ahmet Taşağıl’a, rahmetli arkadaşım Servet Somuncuoğlu’nun bir konferansında bu durumu ifade ettiğim zaman bana hak vermişti...

Aslıyüce, İskenderun tarihini doğru bir temele oturtabilmek için, bir ömür boyu elde ettiği birikimle yetinmeyip, sadece bu konu üzerinde aylarca çalıştı. Ulaştığı verilere göre Oğuz Kağan, Antakya yöresinde 18 yıl kalmış, Antakya’yı başkent olarak kullanmış, yazları ise Karabağ’da geçirmiştir. Oğuz Kağan, 18 yıl sonra, bugünkü İran, Afganistan ve Özbekistan üzerinden Karakurum’a dönmüştür... Yani Oğuz Kağan’ın gerçek bir tarihî şahsiyet olduğunu bilgisini ve tarihteki rolünü, Reşideddin’den yüzyıllar sonra Aslıyüce gündeme getirmiştir.

Aslıyüce, bir akademisyen değildi ama sonraki nesillere böyle değerli araştırmalarını miras olarak bıraktı. Ruhu şad olsun

Yazarın Diğer Yazıları