Eserleriyle Türk kültür hayatında izler bıraktı

Eserleriyle Türk kültür hayatında izler bıraktı
Çağımızın en önemli mütefekkir yazarlarından, Türk kültür ve edebiyatının temel isimlerinden Sâmiha Ayverdi vefatının 25. yıl dönümünde yad ediliyor.

Cumhuriyet dönemi fikir, eğitim ve kültür hayatımızın önemli imzalarından biri olan Sâmiha Ayverdi, 25 Kasım 1905 yılında İstanbul'da doğdu. Annesi, Fatma Meliha Hanım, babası Yarbay İsmail Hakkı Bey'dir. Soyu, anne tarafından Kanunî zamanında yaşamış ve Budin seferinde şehit düşmüş Gül Baba'ya; baba tarafından Orta Asya'dan Anadolu'ya geçmiş Ramazanoğulları'na kadar uzanmaktadır.

1921 yılında Süleymâniye İnas Nümûne Mektebi'ni bitirdikten sonra tahsiline husûsi olarak devam etti. Mükemmel Fransızca öğrenerek târih, tasavvuf, felsefe, edebiyat sâhalarında kendini yetiştirdi.

1938'de ilk romanı Aşk Budur yayınlanır. Bunu diğer romanları tâkip eder. 1946 yılından sonra fikrî ve târihî eserlere ağırlık verir ve hâtıralarını kaleme alır. Çok sayıda eser veren bir yazardır. 1966 yılında Türk Ev Kadınları Derneği'nin kuruluşuna önayak olur. 1970 senesinde ise ağabeyi Yüksek Mühendis Mîmar Ekrem Hakkı Ayverdi ve onun eşi İlhan Ayverdi ile birlikte Kubbealtı Cemiyeti'nin kurulmasını sağlar. İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul ve Yahya Kemal enstitülerinde faal üyeliklerde bulundu. Roman, öykü, anı, makale, seyahat notları, tarih ve inceleme türünde eserler verdi. Sâmiha Ayverdi, dile hâkimiyeti, derin kültürü ve mükemmel Türkçesiyle son asrın en mühim edebiyatçılarındandır. Târihî, içtimâî ve tasavvufî konulardaki eserleri gelecek nesillere gerek dil, gerek kültür ve fikir sâhasında ışık tutacak mâhiyettedir. Türk kültürü ve fikir hayatına yaptığı katkılardan dolayı 1978'de Türkiye Millî Kültür Vakfı Armağanı ile taltif edildi. Millî Kültür Vakfı tarafından Türk Millî Kültürüne Hizmet Şeref Armağanı takdim edildi. 1985'te, 'Yeryüzünde Birkaç Adım' adlı eseri nedeniyle Boğaziçi Yayınları tarafından Boğaziçi Başarı Ödülü verildi. 1986'da, Türk Edebiyat Vakfı tarafından Millî Sanata Hizmetlerinden ötürü bir plaket sunuldu. Türk Edebiyatı dergisinin 127'inci sayısında (1984), Sâmiha Ayverdi için özel bir bölüm ayrıldı. Yazı hayatının 50'inci yılı dolayısıyla, Aydınlar Ocağı Genel Merkezi'nde 5 Mart 1988 tarihinde kendisine plaket verildi. Kubbealtı Akademi Mecmuası Ekim 1988 sayısını kendisine ayırdı.

Hizmet dolu 87 yıllık bir ömür 1993 ramazanının 22 Mart günü sona erdi. Ardında otuzu aşkın eser ve kalabalık bir talebe topluluğu bıraktı. Bazı eserleri: Misyonerlik Karşısında Türkiye, Yolcu Nereye Gidiyorsun, Hancı, Boğaziçi'nde Tarih, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, Mesih Paşa İmamı, İbrahim Efendi Konağı, Hatıralarla Başbaşa.

Vefatının 25. yıldönümü dolayısıyla Sâmiha Ayverdi'nin yayınlandığı yıllarda dikkat çeken "16 Mart" başlıklı makalesini sizlerle paylaşıyoruz:

***

16 MART

Evimiz Şehzâdebaşı’nda idi. Takvim hesâbı ile kış bitmiş ise de, Mart’ın girmesine rağmen dondurucu soğuklar bitmemişti.

Bir gece, silâh sesleri ile yataklarımızdan fırladık. Büyükler, biz çocukların korkmamamız için yatıştırıcı sözler söylüyorlarsa da, kurşunlar tepemizden uçarken, kuru sözün işe yaramayacağını anlamaları uzun sürmedi. Zîra büyüklerimiz kadar biz çocukların da zihinlerimizi ve gönüllerimizi karartmış günler, aylar ve yıllar içinde yaşıyorduk. 1918 sonbaharından beri, İstanbul, artık Türklere haramdı.

Gerçi yiyiyor, içiyor, yatıp uyuyor idikse de, bütün bu hayat belirtileri, kuyuya veya denize düşmüş kimsenin can havliyle kurtulmaya uğraşmasından farksız bedenî direnmeden ibâretti.

Gümbür gümbür kendi toprağında yürümeye ve bayrağını selâmlamaya alışmış Türk evlâtları “Mütâreke” denen o meş’um devreden bu yana, hak ve hürriyetine geçirilmiş zincirler yüzünden, artık rahat nefes alamaz olmuştu.

Dört muhârebe senesi boşuna dökülen kanlardan sonra, parçalanıp kapanın elinde kalan memlekette büyük bir şaşkınlık hüküm sürmekte ise de, bir yandan da, şımarık gāliplerin insanlık dışı gururlu saldırılarına karşı kütlede içten içe kaynayan direnme büyüdükçe büyüyordu.

Öyle ki Anadolu’da, topraklarına ayak basmış işgalcilere karşı yer yer çete mukāvemetleri başlamış, düşmanı tepelemek azmi ile tüfekler ses vermiş, süngüler kamalar bilenmişti. Antep, Urfa, Maraş gece gündüz uyanık ve ayakta idi. Yunan istîlâsı karşısında Aydın ve havâlisinde, Müdâfaa-i Hukuk Cemiyetleri, el ele ve gönül gönüle vermiş vatandaşların öfkeli, ateşli, ihlâslı çırpınışları ile çalışıyor ve düşmanı rahat bırakmamak için ellerinden gelen gayreti gösteriyorlardı.

Bu arada, vatan semâlarında şimşek gibi bir isim çakıyor: Mustafa Kemal. Ammâ ona inanan da var inanmayan da, seven de var kıskanan, haset eden de.

İsteyen istediğini söyleyedursun Erzurum derken Sivas bir mihrak oluyor. Nihâyet askerî ve siyâsî ağırlık Ankara’da karar kılıyor.

Bir ferdin, bir millet veya bir memleketin kurtulması mukadder ise, ilâhî takdîrin bu iş için bir kulunu seçip vazîfelendirmesi kānundur. Yeter ki biz kullar, benlik girdabına düşerek, aradan Rabbânî irâdeyi çıkarıp, fâil olarak kendimizi görmek gafletine düşmeyelim.

Hak kulundan intikāmın kul eliyle alır

Bilmeyen ilm-i ledünnü, anı abd etti sanır

**

Meşrûtiyet darbesini tâkip eden Balkan Muhârebesi ve Birinci Cihan Harbi fâcialarından sonra, memleket münevverleri İttihat ve Terakkî Fırkası’ndan ümit kesmiş, halk ise, hiss-i selîmi ile bunu çoktan fark ederek, Meşrûtiyetçi iktidardan soğuyacağı kadar soğumuş hattâ nefret eder olmuştu. Ammâ, İttihatçılar buydu da Îtilâfcılar daha mı güvenilir kimselerdi? Onlarda da şahsî menfaat, mevki hırsı ağır basıyor, üstelik işgalci ve sömürücü İngiliz âmâline hizmette kusur etmemeleri aleyhlerindeki cereyânı gittikçe arttırıyordu.

İngilizler –bugün de garplı devletlerin korktukları gibi– Türk milliyetçiliğinden son derece rahatsız oluyorlar, esir ettikleri Türklüğü, ancak bu millî îmânın kurtaracağında şüpheye düşmüyorlardı. Böylece de, toprağına, bayrağına ve îmânına bağlı zümreleri ağır baskılar altında tutmak yolunda hiç bir fırsatı kaçırmıyorlar, bulamazlarsa da îcat ediyorlardı.

Ne hazin ki gerek Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu harekâtı gerek İstanbul’da alev alev yanan millî şuur, menfaatçi, hasetçi, kindar kesime kıyaslanınca, çok daha tesirli, yaygın ve samîmî idi. Öyle ki İstanbul halkı, Saray da dâhil, Anadolu’ya yardım yolunda canını dişine takmış olarak, bütün tehlikeleri hiçe saymak sûretiyle, geceyi gündüze katarak didiniyordu.

Az da olsa, acı bir gerçek olarak kabul etmek gereken, İngiliz “İntelligence” Teşkîlâtı ile bağlantı kurmuş kimseler de mevcuttu. Çarşıkapısı’nda bir de İngiliz Muhipleri Cemiyeti vardı ki, oraya kayıtlı olanların isimleri İstanbul halkınca, cehennem zebânîsi dehşeti ile yâd edilir olmuştu.

Refik Hâlid ile kardeşi Hakkı Hâlid’in bu teşkîlâta mensup oldukları rivâyetini duymayan kalmamıştı. Günün birinde Refik Hâlid, halkın menfuru olan “Alemdar” gazetesinde, gāyet mânîdar bir makāle yazarak, yakında bir şeyler olacağı ihtimâlini örtülü bir dille belirtiyordu.

Gerçekten de İngiliz İstihbârat Servisi’nin kapı aralığından sızan bu haber 16 Mart Fâciası ile sâbit oldu.

Şöyle ki 16 Mart gecesi Vezneciler Karakolu’nda bulunan Türk askerleri, yataklarında kurşunlanmış, hemen oracıkta olan Letâfet apartmanı ile birçok evler basılarak yağmalanmış, Harbiye Nezâreti işgal edilmiş, Meb’ûsan ve Âyan Meclisleri kordon altına alınmıştı.

Bütün bu fâcialar karşısında kin ve nefretle coşan halka rağmen, düşmanın vahşet ve saldırısına kayıtsız gözlerle bakan siyâset madrabazları da eksik değildi.

**

Ey Türk evlâdı! “A kadın, altmış küsûr sene evvel cereyan etmiş bir vak’ayı ne diye tâzeleyip yazıyorsun?” derseniz, “Sizin için, târihin bu tozlu köşesine sıkışıp kalmış o acılı ve acıklı hâdiseleri görüp yaşadığım gibi yazıyorum,” derim.

Bir zamanlar her sene 16 Mart şehitleri için Eyüp Sultan’daki kabirleri başında, mızıkalı, nutuklu merâsim yapılırdı. O gün bu gün, aradan dört nesil geçerek o hâtırayı da nisyan defterine yazdı.

Koca Resûlullah, bir eliyle Hak kelâmını ümmetine verirken öteki eliyle, acep neden kılıç tutup gazâ etti? Toprağı ve devleti olmayan kütlelere hayat hakkı olamayacağı için, istiklâlini kaybetmiş bir milletin Allah demeye dahi imkân bulamayacağı için...