Gazze, Bakü-Hocalı ve Kerkük'ümüz

Filistinli Gazze’lilerin ızdıraplarına karşı, Cumhuriyetimizin en üst seviyedeki yöneticilerimizin ve siyasi partilerimizle halk topluluklarımızın günlerdir gösterdikleri hassasiyet, hepimizi fazlası ile memnun etmiştir.
Dünyanın önde gelen bütün devletlerinden, Arap ülkelerinden ve yardım kuruluşlarından bugüne kadar bir tepki dahi gelmemişken Türkiye Cumhuriyetimizin Bakanlar Kurulu, Gazze’ye öncelik vermiştir. Onbeş ambulansla onüç ton ilaç ve gıda yardımı gönderilmiştir. “Barış Gücü”  oluşturulursa yine Türkiyemiz, birçok ihtilaflı bölgeye asker gönderdiği gibi, Gazze’de de üzerine düşeni yapacağını bildirmiştir. TBMM Başkanımız, İslam Konferansı Ülkelerini toplantıya çağırmıştır. On gündür halkımızın İsrail aleyhine tepkili sokak gösterileri İstanbul’da başlamış ve bütün yurdumuza dağılmıştır. Cumhurbaşkanı ve Başbakanımız Bakanlar Kurulu toplantısından sonra “ölen çocukların ahı yerde kalmayacaktır” demişlerdir.
Bu güzel düşünüşlerin, davranışların ve uygulamaların tümü, bir Arap topluluğuna İsrail devletince yapılan saldırılara karşı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve halkının gösterdiği güzel ve yerinde tepkilerdir. Çünkü, Gazze halkının dünya ile ilişkisi kesilmiş ve halkın kaderi kendi haline terk edilmiştir. Şehre bombalar yağmakta ve yürekleri dağlayan olaylar yaşanmaktadır.
Sayın okurlarım, şimdi asıl yazı konuma dönüyor ve toplum olarak İsrail devletinin Gazze’ye yaptığı saldırılara gösterdiğimiz tepkilerimizi, kardeş Azerbaycan Türk Halkının Sovyetler Birliği’ne karşı uyanış hareketinin yükseldiği 1990’lı yıllarda, Halk Cephesi faaliyetlerini önlemek amacı ile Rus tanklarının Bakü’ye girip kıyım yaptıkları günlerde de acaba aynı ölçülerde gösterebildik mi?
Bir yıl sonra Ermenilerin Sovyetler Birliği kuvvetlerinin yardımları ile yeni doğan ve imkânları olmayan Azerbaycan Cumhuriyetimizin Hocalı bölgesini istila etmesini önleyecek yardımlarda bulunabildik mi? Kuzey Irak’taki Türk bölgelerini ve Türk şehri Kerkük’ümüzü koruyabildik mi?
Bu suallerin en doğru cevaplarını, o acılı günleri yaşayan bizler verebiliriz. Çünkü, o tarihlerde Azerbaycan’ımızı da içine alan Türk Dünyasının bütünü, Sovyetler Birliği’nin ve komünist rejiminin kapalı bir hapishane kutusu idi. Türk Dünyasından hiçbir şahıs yurt dışına çıkamaz ve hiçbir yabancı devlet uyruklu insan da, Türk dünyasına giriş yapamazdı. O yıllardaki şanssızlıklarımızdan birisi de, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı yıllarda ortaya çıkan yeni Türk Cumhuriyetlerinin gelişmelerine yardımcı olması beklenen ve her türlü imkana sahip Türkiye Cumhuriyetimizin yöneticilerinin yetersizlikleri, bilgisizlikleri ve beceriksizlikleri idi.
Sovyet tanklarının Bakü’ye girip kıyım yaptıkları günlerde İstanbul’daki Türk Milliyetçileri haberleşerek Taksim’de toplanmış ve protesto yürüyüşü yaparak Sovyetler Birliği Konsolosluğuna siyah çelenk bırakmıştık. Olayla ilgili basın haberlerinden bilgilenen devrin Cumhurbaşkanı Turgut Özal bizlere cevap olarak “Bunda üzülecek ne var? Onlar Şii, bizler Sünniyiz” gibi çok çirkin ve seviyesiz bir konuşma yapmıştı.
Süleyman Demirel de, Ermeni eşkıyaları kardeş Azerbaycan topraklarına istila ederken seyirci kalmış, bir kamyon votkaya esir olacak Rus Ordusundan “Kızıl Ordu” edebiyatı yaparak bilgisizliğini gösterip, Azerbaycan Cumhurbaşkanı ve büyük Türkçü Elçibey’i yalnız bırakarak, yaralıları taşıyacak iki helikopteri ondan esirgemiştir. Yine, milyonlarca Doğu Türkistan Türkü’nün kanına giren Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı’na  “Devlet Nişanı”  vererek son görevini yapmıştır.
Büyük Bozkurt Mustafa Kemal Atatürk’ümüz de, herkesden önce bizlere şöyle seslenmiştir;  “Ben her şeyden önce bir Türk Milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk Birliği’nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk Birliği’ne inanıyorum, onu görüyorum” demiştir.
Tanrı Türk’ü Korusun.

Yazarın Diğer Yazıları