KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Konuşmak ama anlaşamamak

Sözcükler aynı olsa bile bambaşka anlamlar yüklenerek birbirlerinin yanından geçip giderler. Çok şey konuşulur, çok sözcük tüketilir, bazen soluk soluğa kalınır, ancak laf bir türlü yerini bulmaz. Onca dil dökülür, sabır taşı zorlanır, demedik bırakılmaz, olabildiğince yalın, açık, net konuşulur, ancak ortada yine de kendini anlatamama, anlaşılmamak gibi devasa bir sorun vardır. Öfkeleniriz böyle durumlarda. Sabrımız taşar bazen. Bıkkınlık bütün benliğimizi kaplar zamanla. Boşa çaba harcadığımızı düşünür, kendimize acımaya başlarız.
Peki, bu sorun üstünde yeteri kadar düşünür müyüz? Onu ciddiye alır mıyız? Neden anlaşılmıyorum diye dövünmek yerine, bu işin arka planında ne olduğuna kafa yorar mıyız? Kaçımız yaparız bunu?
Devam...
Neden böyle olur? Bu iş neden başımıza gelir? Neden anlaşamayız, aynı sözcükleri kullansak bile? Neden anlaşılmayız? Birkaç nedeni olduğunu düşünürüm. Birincisi, kendi kültürümüzle uzaktan yakından ilgisi olmayan biriyle birlikteyizdir. İkincisi, anlayışı kıt bir insan vardır karşımızda. Üçüncüsü, bizi anlamamaya yemin etmiş birisiyle karşı karşıyayızdır. Ve en önemlisinde sıra...
Sözcüklerimiz aynı olsa bile onlara yüklediğimiz anlamları hayata bakışımız, deneyimlerimiz belirlediği için, aynı şeyi söylerken bile aslında çok farklı şeyler söylemiş oluyoruz. Mesela “Seni seviyorum” iki sözcükten oluşan bir cümle. 
Yalın bir şekilde birini sevmeyi ifade ediyor. Ama sadece bu kadar... Çünkü yaşam deneyimi çok farklı insanların zihninde bu iki sözcüğün anlamları, kapsamları çok farklıdır. Yani seni seviyorum derken bile çok farklı şeylerden söz ediyoruz esasında. Çünkü sevgiye bakışımız çok farklı. 
Seviyorum derken neyi kast ettiğimiz, karşımızdaki insanın ya algı sınırlarının çok ötesinde, ya da çok gerisinde kalıyor. “Seni seviyorum” a yüklediğimiz anlamdır asıl olan çünkü. İşte mesele de burada. Zira karşımızdaki insan bu iki sözcükle gerçekte ne demek istediğimizi anlayamazsa, onu sevip sevmediğimizi de anlayamaz.
Ve bizler ne kadar da çok anlaşamıyoruz, aynı sözcüklerle ne kadar da farklı şeyler söylüyoruz, bir düşünsenize...
 


BE­YE­FEN­Dİ

Otobüs durağındaki ‘yamyam’

İşe gitmek için bindiği otobüsten, Kültür Üniversitesi durağında indi Beyefendi. İnsanları hissettirmeden incelemek gibi bir alışkanlığı olsa da, o gün düşünceliydi biraz ve başı önde yürüyordu. Duvarın dibinden sağdan giderken; biri aniden önüne dikildi. Tanıdık biri olabilir düşüncesiyle başını kaldırıp baktı. 
Karşısındaki tanıdık değildi. “Buyurun” deyip, sol tarafındaki bomboş yolu işaret etti. Adam oradan gitmek yerine, sağını göstererek; biraz ukalaca emredici bir ses tonuyla “Sen buyur” karşılığını verdi. Adamla uğraşmak niyetinde olmayan Beyefendi, “Bu kuralı ben koymadım. Ama sizin de benim gibi sağdan gitmeniz gerekiyor” dedi adama, sabah sabah olabildiği kadarıyla kibarca.
Yanıtı şöyle oldu adamın:
“Ben buradan da yürüyebilirim.” 
Hayır, benim gösterdiğim yerde yürüyeceksiniz der gibilerden ısrar etti Beyefendi. Bu durumda yürümesi gereken yerden üç beş adım attı adam. Hay Allah, sabah sabah nereden çıktı bu tip, nasıl biri ki bu gibilerinden düşünürken arkasına baktı. Adam da benzer şeyler düşünmüş olacak ki, arkasına dönüp baktı. Bir süre baktılar birbirlerine iki adam. Dayanamayıp yanına gitti Beyefendi. Bir süre birbirlerini süzdüler.
İlk cümle adamdan geldi:
 “Efendi birine benziyorsun. Senin gibi birine, böyle konuşmak yakışıyor mu?” 
“Ben efendi de, terbiyeli de değilim, sen ol,” dedi tepesi atan Beyefendi, kibarlıktan eser olmayan bir ses tonuyla.
“Hadi yoluna git kardeşim” dedi adam bu kez.
“Keyif benim keyfim” dedi Beyefendi, “canım burada durmak istiyor.” 
Gözlerini yuvalarında evirip çevirdi iri yarı, sinekkaydı tıraşlı, iyi giyimli adam ve şöyle dedi:
“Ben aslında seni yerim, ama neyse.” 
“Yersin” dedi Beyefendi kayıtsızca, ancak adamın gözlerinin içine bakarak.
“Yamyamım ben, yamyam” dedi adam, delimsek bir tavırla.
“Biliyorum” dedi Beyefendi gülümseyerek, “İstanbul’da çok kişiyi yediğini duymuştum.” 
Sırrı ifşa olmuşçasına keyfi kaçtı adamın birden. Yüz hatlarını buruşturdu. Tam o sırada durağa bir otobüs yanaştı. Adam aniden koca gövdesiyle fırladı yerinden ve bindi araca. Ne geriye baktı ne de söylendi.
Ama Beyefendi, işyerine varana dek, “Kimdi bu yamyam acaba, beyefendi birine de benziyordu” diye söylenip durdu...
 

OKUYUNUZ

untitled-1-004.jpg

Romanlarında insan doğasının karanlık yönlerini deşerek onlarla cesurca hesaplaşan Yukio Mişima, bu kez kalemini ışığa çevirerek sevginin farklı veçheleri etrafında kuruyor öyküsünü. Dalgaların Sesi’nde, Şarkılar Adası olarak da bilinen Uta-Jima’da genç balıkçı Şinji ile varlıklı Miyata ailesinin güzel kızları Hatsue arasındaki ilk aşk öykülenir; cesur, heyecanlı, duru iki gencin masalsı bir dille kaleme alınmış öyküsüdür bu. Aynı zamanda, zamanın ve mekânın ötesindeki bu korunaklı dünyada gelenekleriyle ve doğayla bağlarını koruyan dalgıç kadınların, balıkçı erkeklerin öyküsüdür Dalgaların Sesi...


MAZİDEN...

Eğitim kimin için şart?
e-001.jpg
Bilim insanları İspanya’da Altxerri mağarasında bulunan bu resmin 39 bin yıllık olduğu görüşünde. Mağaralarda bu zamana kadar en fazla 14 bin 500 yıl öncesine ait bizon, geyik, keçi, at, balık, ayı ve yılan gibi hayvanların figürlerinin olduğu çizimler bulunmuştu. Ve şimdi de 39 bin yıllık resimler...

Düşündüm de, gecenin bir vaktinde, bu resmi çizenlerin eğitimi yok. Okuması, yazması yok. Ünivesite hak getire tabii ki. Ancak görkemli birkaç şey olmalı... Hayat okulu ve sezginin olağanüstü gücü. Yaşam enerjisi. Avlanma güdüsü. Merak. Soyu sürdürme kudreti. Kısacası akıp giden ve geleceğe taşınması gereken hayatın ta kendisi var bu insanların zihinlerinde... 
“Evet efendim” diye mırıldandım sonra, “eğitim şart. İyi de kimin için şart? Bu resimleri 39 bin yıl önce yapanlar için mi yoksa eğitim şart diyen için mi ?” 
 

SOKAKLARDAN...

‘Üstad ben seni ancak bir kez kazıklayabilirim’

Marketten et almam pek, onun için de mahalleden bir kasap bulmalıydım. Tavsiye edilen adamı buldum. Sakalına kır düşmüş, kırklı yaşların ortalarında, görmüş geçirmiş, insanı tanıyan biri izlenimi aldım. Biraz da bitirim bir havası var. Kısacık hal hatırın ardından neler sattığını sordum. Tavuk ve kırmızı et üzerine çalıştığını söyledi ve ekledi hemen:
 “Hocam, et dediğin mahalle kasabından alınır. Taze et veririz. Lezzetlidir. Etin neresini istersen onu alırsın. Biraz pahalı ama...” 
Tarzı hoşuma gitti. Dobra birine benziyordu. Etlere göz gezdirirken, “Bir şey daha var” dedi. Yüzüne baktım. Devam etti:
 “Ben seni ancak bir kez kazıklayabilirim. Yani istesem bile. Bunu ikinci kez yapamam. Benden et almazsın o zaman. E ben de üç dört lira için iyi bir müşteriyi kaçıracak kadar eşek değilim...” 
Tam bu “eşek” sözcüğü üstüne bir şeyler diyecektim ki, “Yok, bir şey deme abi. Bu böyle. Onun için sen gel bana güven ve al şu parçayı da kendine ziyafet çek akşam.” 
Nevaleyi aldım ve kendime ziyafeti çektim. Kasap haklıydı. Eti mahalle kasabından almak gerekiyordu...
 

İŞTE O KADAR

Hiçbir zaman hapse girmeyeceğim, asla hırsızlık yapmayacağım deme! Rus atasözü