Medya Arkası (31.08.2016 )

Medya Arkası (31.08.2016 )
Köşe yazarlarının bugünkü gündeminde 30 Ağustos Zafer Bayramı, İsmail Kahraman'ın 'Che' açıklaması, Cerablus operasyonu ve Adil Öksüz vardı.

30 Ağustos’a saldırı bayramı!.. / Uğur Dündar / Sözcü

Başarılı haber sitesi Oda Tv, bazılarında her yıl nükseden bir rahatsızlığa en isabetli teşhisi dün, şu manşetle koymuştu:
“Bu yıl 30 Ağustos'a saldırı bayramı erken başladı!..”
Nitekim Balyoz kumpası mağdurlarından, emekli Tümamiral Semih Çetin, önceki akşam Habertürk Tv'de katıldığı televizyon programını terketti. Yurtsever ve Cumhuriyet değerlerine gönülden bağlı yiğit komutan Çetin stüdyodan ayrılırken, Atatürk'ü hedef alan konuşmalara tahammül edemeyeceğini söyledi.

Kerameti kendinden menkul tiplerin 30 Ağustos'a neden saldırdıklarını ve bunu niçin adeta bayram haline getirdiklerine gelince…
Sorunun cevabını 30 Ağustos Zaferi'ni kazanan Türk Ordusu'nun ebedi BaşkomutanıMustafa Kemal Atatürk veriyor:
“Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakikat tarikat, medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve taleplerini yapmak, insan olmak için kafidir!..”

***

30 Ağustos bir halk bayramıdır ve öyle de kutlanmalıdır / Melih Altınok / Sabah

Dün 30 Ağustos Zafer Bayramı yurdun dört bir yanında görkemli şekilde kutlandı.

Cumhur Anıtkabir'i, sokakları, okulları, statları doldurdu.
Cumhurbaşkanı, siyasiler, askeri ve sivil bürokratlar törenlerde tam kadro yer aldılar. Ne var ki düğünde de yas evinde de aynı şarkıyı mırıldanan "yurttan seseler korosu" yine yakınıyordu.
"Böyle bayram mı kutlanır?" 
Peki, niye huzursuzlardı?
Çünkü tanklar caddelerde dolaşmamış, postal sesleri yeri göğü inletmemiş, jetler tepemizden alçak uçuş yapmamıştı.
İnsan sormadan edemiyor:

Sizin derdiniz bir ulusun kurtuluş savaşını kutlamak yani üzüm yemek mi, yoksa halka gözdağı verip, bağcıyı korkutmak mı?

Bir ulus, 1900'lerin başından kalma Prusya modeli ordu-millet güzellemeleri yapmadan, kurumsallaşmış demokrasilerde olduğu gibi, kurtuluş bayramlarını kutlayamaz mı?
Bu çağda, "dosta korku düşmana neşe vermekten" başka bir anlama gelmeyen ve sadece 3. dünya ülkelerinden aşina olduğumuz savaş araçları geçitleri olmazsa olmaz mıdır?
Üstelik de bahsettiğimiz, henüz 1.5 ay önce, daha önce defalarca yaşadığı gibi, yine bir askeri darbe girişimine maruz kalmış, 250 canını tankların altında şehit bırakmış bir halk, bir ülke!
El insaf!
Hariçten gazel okuyanlara bakmayın siz.
Onların dertleri ne halkın oluşturduğu ordu ne Cumhuriyet ne de Atatürk.
Zaten bu halleriyle de en çok "sahip çıkıyoruz" dedikleri ordunun, Cumhuriyet'in ve siyasi hesaplarını görmek için arkasına sığındıkları Atatürk'ün imajına zarar veriyorlar.
Mustafa Kemal Atatürk'ün ifadesiyle, "azim ve kararlılığıyla" kazanılan Kurtuluş Savaşı'nı gerçekleştiren Türk ulusu, zaferin de sonrasında kurulan modern Cumhuriyet'in de asli unsurudur.
Ve tıpkı Kurtuluş Savaşı'nda, 15 Temmuz'da olduğu gibi, vatanı, Cumhuriyeti, demokrasiyi korumak için nasıl öne atılıyorsa, bayramlarda da en önde o olacak ve yine en çok o yüceltilecektir.
Zaten yeryüzünde Cumhuriyet'in başka bir anlamı ve pratiği var mı?

***

İki rezil istila teşebbüsü / Emin Pazarcı / Akşam

Şimdi sormak istiyorum: 30 Ağustos 1922 ile 15 Temmuz 2016 tarihleri arasında ne fark var?

Tabii ki hiçbir fark yok!

Her ikisinde de Batılı düşman güçlerin işgal girişimi, bu milletin göğsüne çarpıp kırıldı. Ne demişti şair yıllar önce:

“İstiklal Harbi’nde biz bu vatanı, değnek ile vura vura kurtardık.”

15 Temmuz’da da aynısını yapmadık mı? Tanka, helikoptere, hatta uçaklara karşı taş ve sopa kullanmadık mı? Tanksavar teyzeler, mermi kalkanı olan bastonlu dedeler devreye girmedi mi?

Nene Hatun’dan ya da Sütçü İmam’dan farkları var mıydı onların?

Evet, 30 Ağustos da 15 Temmuz da milletin zaferidir. Aynı zamanda o milletin ordusunun. Birinde açık, diğerinde gizli düşmana karşı savaştık. Birinde düşman dışarıdan geldi, diğerinde içimizden çıktı.

Sonuç ise aynı oldu. Her ikisini de söküp attık.

Dün, 30 Ağustos’u Zafer Bayramı olarak kutladık…

Önümüzdeki yıl 15 Temmuz’da ise şehitlerimizi anacağız.

Biri “bayram” diğeri “kutlama günü” olsa da yok aslında birinin diğerinden farkı. Biz, 30 Ağustos’ta bir gururu yaşarken, aynı zamanda şehitlerimizi anıyoruz. 15 Temmuz’da da şehitlerimizi anarken, o karanlık gecede verilen mücadelenin gururunu yaşayacağız.

İki ayrı destan…

İkisinin de kahramanları aynı. Bir tarafta benim milletim, diğer yanda dışarıdan gelen ya da onlara bağlı içerideki işgalci güçler!

***

Üst Akıl ile hesaplaşma noktasında / Ahmet Taşgetiren / Star

Evet, daha önce de ifade ettim, “Üst akıl” ifadesi benim de katıldığım bir yurt dışı gezide Sayın Cumhurbaşkanı (O zaman Başbakan) tarafından kullanıldı. Hemen peşinden “Güney sınırlarımızda oyun oynanıyor” sözü geldi. 

Üst akıl ve güney sınırlarımız...

İşte bugün, tam da Türkiye’nin o oyuna “Dur” demek için harekete geçtiği ve Amerika’nın adeta “Üst akıl benim” dercesine, Türkiye’nin hamlesini engellemeye çalıştığı gündür.

Türkiye Suriye içine doğru askeri harekata başladığında niyetinin sadece “DAEŞ’i Cerablus’tan çıkarmak” olduğunu düşünmek gerçeğin çok uzağında dolaşmak olur. Bunu Amerika’nın bilmediğini düşünmek de boş.  

Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Sınırlarımızda” olan biteni “Oyun” olarak nitelemesi de anlamlı. Yani açık bir saldırı yok, ne var, DAEŞ var, onunla mücadele görüntüsü var ve o görüntü içinde PYD/YPG’yi meşru güç haline getirme ve Suriye’nin Türkiye sınırına, yani Türkiye’nin terörle mücadele ettiği bölgelerin öteki tarafına yerleştirme var. Oyun! Yersen!

Türkiye kaç zamandır bu oyunu yemiyor ve Amerika’ya “Arkadaş sen nasıl müttefiksin, beni tehdit eden yapının uzantılarını koruyorsun” isyanında bulunuyor.  

Bu isyan, bugüne kadar söylem planında devam etti. “Üst Akıl”ın adı konmadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan Amerika’ya gitti, orada kendisine “ABD yönetimi basın ve ifade özgürlüğü konusunda neden Türkiye’ye baskı yapıyor?” diye soruldu, ona da şu cevabı verdi: “Üst akıl dediğim olay da bu zaten. Üst akıl, Türkiye üzerinde oyun oynuyor. Türkiye’yi bölmek, parçalamak, güçleri yeterse yutabilmek...”

Bunlar gerçekten bir müttefikle ilişkinin niteliği hakkında derin kuşkular taşıyan ifadelerdi

***

Esad Türkmenleri bombalıyor! / Güngör Mengi / Vatan

Suriye’de durum giderek anlaşılması ve durdurulması güç bir hale dönüşüyor.

ABD yönetimi PYD-PKK’nın “Fırat’ın doğusuna geçtiğini” iddia ederken Türk güvenlik kaynakları “Bunun doğru olmadığını, PYD’nin hala Fırat’ın batısındaki konumunu koruduğunu” açıkladı.

PYD-PKK önce Suriye Demokratik Güçleri (SDG) maskesi altında sanki farklı bir grupmuş gibi de savaşıyordu, şimdi bunun yanına “Cerablus Askeri Meclisleri” diye bir grup daha eklediler.

Baktığınızda hepsinin arkasından PKK çıkıyor.

PKK Suriye’deki kolu PYD ile “Cerablus-Azez arasında kalan bölgeyi” de alırsa istediği Kürt kuşağını tamamlamış olacak.

Bu örgütlerin amacı bazılarımızın düşündüğü gibi sadece “Suriye ile Türkiye arasındaki coğrafi bağı koparmak” olsaydı belki Türkiye bu kadar büyük çapta bir müdahaleyi açıktan açığa yapmazdı.

Esad’la karşı karşıya

Patlamaların Hatay’dan duyulduğu saldırıda “ölen ve yaralanan Türkmenler” olduğu bildiriliyor.

Türkiye aslında  (Suriye operasyonu nedeniyle yeniden Esad saldırısı altında kalan) soydaşımız Türkmenlere yardım etmeli, onları yalnız bırakmamalıdır.

Öte yanda bunu yaptığı takdirde direkt olarak Esad rejimi ile karşı karşıya gelecektir.

Bunlar olurken ABD’li Albay John Thomas “Suriye’de IŞİD tehdidine odaklanmak için Türkler ve Kürt grupların çatışmayı durdurma teminatı verdiklerini” söyledi.

PYD’nin askeri kolu YPG sözcüsü bunu doğruladı.

***

Cerablus operasyonu ve sonrası / Mustafa Karaalioğlu / Karar

Suriye’de şu anda yapmakta olduğumuz şey, esasen 2013’ten itibaren her an yapmamız gereken şeydi. Orada askeri varlık bulundurmak değilse de askeri ağırlık koymak, Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) bariz destekçisi olmak ve vekalet savaşları sahasında güç dengelerini değiştirecek bir ısrarı göstermek gerekiyordu. AK Parti hükümetleri ve en başta Erdoğan, ÖSO’ya askeri destek verilmesini istedi ama askerin bir türlü kırılamayan isteksizliği Türkiye’nin oyuna geç dahil olmasına yol açtı. Cerablus harekatı ve benzerleri çok daha önceden yine ÖSO üzerinden yapılabilir ve rutinleşebilirdi.

Geç de olsa doğru ve gerekli bir girişimdir. Ancak, her gecikmenin maliyeti var ve görülüyor ki Türkiye sahaya fırsatların daha elverişli olduğu dönemin ardından inmiştir.

ABD, Rusya ve İran’ın bölgedeki politikalarının kemikleştiği, pozisyonların önemli bir kısmının değişmez hale geldiği noktada askeri ağırlık koymaya başladık. Özellikle ilk günden beri Obama yönetiminin kararsızlığı ve dahası en başta Türkiye olmak üzere müttefiklerini yarı yolda bırakan politikasızlığı nedeniyle Suriye’de sıkıntıya düştüğümüz aşikardır. Şimdi bile, daha ilk haftadan ABD’nin memnuniyetsizliği Suriye operasyonu üzerinde bir kara bulut gibi gezinmeye başladı.

Bu uzun politikasızlık ve oyalama süresi zarfında YPG/PKK kuzeyde güçlendi ve Türkiye sınırı boyunca 800 kilometre civarında toprağı tabir yerindeyse kapattı. Bugün, Fırat’ın batısını kırmızı çizgi ilan edip o alanı korumak için operasyon yaparken, Fırat’ın doğusu boyunca uzanan problemi de çaresiz halının altına süpürmüş bulunuyoruz.

***

İsmail Kahraman, Che'nin çeyreği kadar yiğit olsaydı / Ahmet Hakan / Hürriyet

MECLİS Başkanı İsmail Kahraman...

- Mikrofonu eline alınca sözün şehvetine kapıldı.

- Sözün şehvetine kapılınca da taaa 60’lardaki koyu sağcılık günlerine gitti.

- Taaa 60’lardaki koyu sağcılık günlerine gidince de Che Guevara’ya “eşkıya” dedi.

Sonra?

Sonra şu oldu:

-Çevresindekiler “İsmail Abi sırası mıydı şimdi bunun” dediler.

-Bazıları İsmail Kahraman’a “6. Filo taşlanırken sen ne yapıyordun” diye sordular.

-Küba Büyükelçisi, “Ya bu Che sana ne etti İsmail Kahraman” türü bir çıkış yaptı.

Tepkiler karşısında anında geri vites yapıverdi İsmail Kahraman...

Ama yiğitçe bir geri vites değildi yaptığı.

“Rabbim affetsin, hata yaptım, özür dilerim” demedi, diyemedi.

Onun yerine...

- Kem küm... Ben aslında Küba sosyalist devriminde yer alan bir şahsa laf etmek istememiştim...

- Kem küm... Ben aslında gençlerimize tarihimizdeki kahramanları rol model olarak almalarını tavsiye etmiştim...

Türü idare-i maslahatçı bir geri vitese imza attı.

İsmail Kahraman, eğer Che’nin çeyreği kadar bir yiğit olsaydı...

“ÖZÜR DİLERİM” deme cesaretini gösterirdi.

Fakat, heyhat!

***

 Ahmak değiliz / Özgür Mumcu / Cumhuriyet

İsmail Kahraman’ı bilirsiniz. Meclis Başkanımız. Eski ve namlı İslamcılardan. Anayasadan laikliğin çıkmasını istiyor. Dindar bir anayasa arzuluyor. Muhtemelen yaşı ilerlediğinden sabırsız. Şu ahir-i ömründe İslamcı bir anayasa görmek istiyor. Haksız da sayılmaz. Milli Türk Talebe Derneği başkanlığından, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden bu yana beslediği hayal hiç bu kadar yakın olmamıştı. Devletin neredeyse her makamında eski arkadaşları ve talebeleri var. 
Soğuk Savaş’ın ABD desteğiyle kurulmuş antikomünist derneklerinden yetişmiş biri. Haliyle zihni de Soğuk Savaş’ın o senelerinde şekillenmiş. Kimliğini dönemin Amerikan çıkarlarını İslamcılığıyla birleştirmesine borçlu. Amerikan 6. Filosu’nu kıble belleyip namaza duranlar gibi. 16 Şubat 1969’da, Taksim’de Kanlı Pazar’da. 
Amerikan emperyalizmini protesto etmek için sokaklara dökülmüş silahsız gençlere polis nezaretinde bıçak ve sopalarla saldıranlar gibi. Öylesine yerli ve milli. 
Amerikan firkateynlerinin küçük miçosu. Amerikan çıkarları için kurulmuş derneklerin gediklisi. Hakiki bir devlet İslamcısı. 
Che Guevara’yı görünce kendinden geçmesi bu sebeple. Beyninin önemli bir kısmı hâlâ Soğuk Savaş’ta yaşıyor. O vakit Amerikan menşeili broşürlerde Che Guevara hakkında okuduklarını bugün papağan gibi tekrarlaması bu sebeple. Şartlı refleks. Latin Amerikalı devrimciyi görünce zannediyor ki efendisi hâlâ tehlikede. O günler geçti geçmesine, ama ne yapsın, bir defa bütün kariyerini ve zihin yapısını o günlerde nemalandıklarına borçlu. 

***

Adil Öksüz korunuyor mu? / Abdulkadir Selvi / Hürriyet

NE Adil Öksüz'müş!

Generaller yakalandı ama o bir türlü yakalanamıyor.

Adil Öksüz, sadece FETÖ’nün asker imamı değil, aynı zamanda darbe girişiminin kara kutusuydu.

Darbe gecesi Akıncı Üssü’nde Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’la Fetullah Gülen’i görüştürmeye çalışan kişiydi.

Adil Öksüz, 16 Temmuz saat 15.00’te Akıncılar Jandarma Karakolu tarafından yakalanıyor. 22 saat sonra pazar günü Sincan Adliyesi’ne çıkarılıyor. 
Yakalanan kişilerin içinde tek sivil şahıs Adil Öksüz. Ancak buna rağmen ne bir yakalama tutanağı tutulmuş ne ifadesi alınmış. Basında gördüğümüz don-paça fotoğrafları da dosyasında yok. Hadi onu geçtim. Adil Öksüz’ün tuvalete sakladığı yerde bulunan ve adli emanete kaldırılan GPS’ten de söz edilmiyor. Böylece darbeye ilişkin çok önemli bir kanıt mahkemeden saklanıyor. Adil Öksüz’le ilgili kararı veren hâkimler fotoğrafı ve GPS cihazını basından öğreniyor. Adil Öksüz serbest bırakılınca GPS cihazı kendisine teslim ediliyor.

Herhalde kaçarken işine yarasın diye.

Adil Öksüz’ün ifadesini savcı Cihan Ergün alıyor. Adil Öksüz, Kazan’da arsa bakmaya geldiğini söylüyor. Tutuklanması talebiyle mahkemeyle sevk ediliyor. Adil Öksüz’ün ifadesini alan hâkim Köksal Çelik, o ana kadar 27 darbeci hakkında tutuklama kararı vermiş. Sıra Adil Öksüz’e gelince saat 05.51’de savcı Cihan Ergün’ü arıyor. 0505 217 .... numaralı telefondan 107 saniye süren bir görüşme yapıyorlar. Hâkim, dosyada şahısla ilgili bir delil olmaması nedeniyle yurtdışına çıkış yasağı koyup serbest bırakmayı düşündüğünü söylüyor. Görüşmede, “Olur, uygundur” gibi bir sonuca varılıyor. Savcı öğleden sonra ise serbest bırakılması kararına itiraz ediyor. Keşke tutuklama kararı verilseydi ama iş işten geçmiş.

Adil Öksüz işinde tek sorumlu hâkimler değil. Silsile halinde hatalar yapılıyor. Yoksa hâkim Köksal Çelik 1.5 yıl önce Sincan’da FETÖ’cü bir şirket hakkında ilk kayyum kararını veren isim. Bu yapıyla ilgisi yok.