Nasıl battığımızın kısa özeti
Bir önceki yüzyılda kocaman bir imparatorluk kayıp ettik. Etmesine ettik, ama niçin ve neden böyle bir sonuçla karşılaştığımızı gerektiği gibi konuşmadık.
Bilimsel analizlerden çok, gündelik ağız dalaşıyla, günleri geçirdik.
Her zaman olduğu gibi kolaycılığa kaçtık.
Masonlara bağladık.
Emanuel Karasu gibi Yahudi yurttaşlarımızın saray çevresinde bulunması ve siyasi faaliyetleri ile ilişkilendirdik. Koca imparatorluğun bir kişinin çabaları sonucu yıkıldığına inandırılmak istendik.
Sonra siyasetin açmazlarına başvurduk.
“İttihatçılar batırdı” gibi.
Hayır, onlar değil, “İtilafçılar batırdı” gibi.
Bütün bunların dışında sanayileşen ve büyük değişim geçiren, kendini; ekonomide, siyasette, bilimde, felsefede, siyasi yönetim anlayışlarında yenileyen bir de Avrupa var. Onu hiç görmedik, halen daha görmüyoruz.
Otomobil, radyo, gramofon, telefon, tren üreten, bilim ve teknolojiyle atak yapmış Batı dünyası ile çevrelenmişiz.
Elektrikle aydınlanıyor.
Kandil devrini sonlandırmış.
Johul, yeni ısı sistemi ortaya koymuş. Kalorifer yapıyor.
Tıpta Robert Hooke hücreyi bulmuş, İtalya’da Targala matematikte devrim yapmış, James Watt, buhar makinesini bulmuş. Bu sayede İngiliz sermayesi, metrelerce derinlikte biriken suyu yukarı çekip, madenlere daha rahat ulaşabiliyor. Aynı şekilde denizcilikte, kalyonlar ve filikalar dönemi bitiyor, yerine çelik gemi sanayisi geliyor. Buhar makinesi ile çalışan yeni sanayi, askerî ve ticari gemiler inşa ediyor. Katar katar trenleri hareket ettirerek, ülkenin bir ucundan ötesine, eski kervanların taşıdığının yüz katı fazlasını hem taşıyor ve hem de kısa sürede ulaştırıyor.
Mercek bulunuyor.
Artık küçük şeyleri görmek için mikroskop, uzayı görmek için gözlem borusu yerine teleskoplar yapılıyor.
Çok daha önemli olanı nedir biliyor musunuz? Bütün bunların sanayisi kuruluyor ve bu sanayinin ihtiyacı olan eğitim-öğretim sistemi tüm Avrupa’da yaygınlaşıyor.
Bu teknolojinin alt yapısında fizik, kimya, biyoloji ve en mühimi de matematik var.
İslam dünyasında en son üç bilinmeyenli denklemi geometri yardımıyla Ömer Hayyam çözmüştü. Bizim ulema, Hayyam’ı dinsiz ilan etti.
Aslında düşünen bütün beyinleri kâfir ilan etmekte bir sakınca görmedi.
Mesela, tıbbın babası deyip bugün övündükleri, kitaplarına bakarak “Şifalı otlar”dan macun yapıp sattıkları İbn-i Sina’yı kâfir ilan ettiler. Osmanlı medreselerinde 17. yy. kadar kitaplarına dokunulmadı.
İbn-i Rüşt ise hepten yasaktı ve hâlen daha gene yasak.
Neden?
Çünkü Aristo tartışmalarıyla ilgili dönemin en iyi yorumcusuydu. Gazali’yi eleştirdi.
Kadınlar okula gitsin ve kadı (yargıç) olsun dediğinde dünya 13. yüzyıldaydı.
Farabî de yasaklılar arasında.
Bugün övünerek anlattıkları “İslam bilim adamı” dediklerinin çoğu, kabul alanının dışında. Çünkü felsefe olarak hemen tamamı akılcı. Kimi Mutezile, kimi Aleviydi.
Osmanlı, İslam dünyasının en sonuncu ve en büyük dehasını, 1578’de izin verip yaptırdığı rasathaneyi yerle bir ederek yok etti. Onun adı kısaca Takiyüddin idi. Merceği (billur) bulmuş ya da bulmak üzereydi.
Osmanlı niye battı diye neden arıyoruz. Neden çok.
Hangi medresede fizik okunuyordu?
Hiçbirinde.
Hangisinde kimya okutuluyordu?
Gene hiçbirinde.
Esasında okutulmaması normaldi. Çünkü medresenin kapsamı, amacı, din adamı, naib veya kadı yetiştirmekti. Onlara da fizik bilgisi değil, dini bilgi lazımdı. Burada kusurlu olan medrese değil, siyasetti.
Yönetimlerdi.
Padişahlar ve iktidarlarıydı.
Batı’da gelişen her şeyden uzak duruyor, yeni okul sistemi de yeni sanayi politikaları da geliştirmeğe lüzum görmüyordu. Geleneksel düzen şahaneydi. Ancak burada önemli bir takoz var mıydı derseniz, derim ki vardı. Medreseler, kendi içinde haklı olsa de Şeyhülislamlık yani padişaha yenilik yapma onayı/izni veren kurum kesinlikle haklı değildi.
Bir vesayet sistemi olarak, devletin tepesinde medrese dışında okul açılmasına yüzyıllar sonra izin verebildi.
Şimdi şu an, birileri gene devletin üstüne aynı şalı örtmek için var gücüyle çalışıyor. Bunun işaretlerini Millî Eğitim Bakanlığı’nın uygulamalarında görüyoruz.